azadzanavli @ hotmail.com

Yaklaşık birkaç ay bundan önce “bu dünyada yaşayan, bu dünyadan olmayan” diye tavsif edebileceğimiz Hacı Hasan ÇOPUR isminde bir zât-ı muhteremle tanıştık. El emeği, göz nuruyla maişetini karşılama adına demircilik yapmış, bunun yanı sıra 10 sene ney üflemiş olmasına rağmen tevazuundan “neyzen olmadığını söylemesi,” ilaveten soyismiyle mâruf “Hacı Çopur İş Hanı”nda mütevâzı bir odada oturması, eskimeyen bir tâbirle “İstanbul Beyefendisi” olduğunun da bir tezahürüydü. Oysaki bugün, “iki kitap okuyanın kendisini âlim, biraz ney meşk edenin de zâtını neyzen olarak gördüğü” bir dünya’da yaşıyor olmamız “ne kadar küçük şeylerle kendimizi tatmin ettiğimizin” bir göstergesi değil midir?  

Bu mânâda Hasan dede ismiyle müsemmâ bir zât-ı muhterem. Samimiyetinden her kesi kendisi gibi bilen, boş işlerle asla uğraşmayan, “mes’ul olduğu şeylerle meşgul olan” kendi halinde tam bir İstanbul beyefendisi. Her ne kadar yaptığı işleri yine tevazuundan “boş iş” diye telakki etse de gayet iyi bilmektedir ki mukaddes bir vazifeyi icra etmektedir. Hatta o kadar samimi birisi ki bizim Azerbaycan’da yaşayan “Ahıskalı Türkler” olduğumuzu öğrenince, gayet ciddi bir edayla ve hayretler içerisinde şunları söyledi:

“ - Geçenlerde bir yakınım Kırgızistan’a gitmişti. Ehl-i İslam olan bir belde de içki içiliyormuş. Keşke de duymamış olsaydım. Çok üzüldüm, çok…”

Mezkûr cümle kelimesi kelimesine kendisine ait. Şimdi kısmen de olsa anlaşılmıştır neden bu dünyadan olmayan” birisi diye tavsif ettiğimizi. Üzülerek ifade edelim ki Mevlana şehri olmasına rağmen Konya’da bundan hâli değildir. Tabii ki Hasan dede bunları söylerken bendeniz hayâlen “yetmiş yıl Sovyet istilasında (bu açıdan) meşakkatli yıllar geçiren Azerbaycan’ı ziyaret ediyordum.” Orada da durum pek iç açıcı değildi amma şurası da bir gerçek ki yavaş-yavaş öze dönüş başlamış ve hızla devam etmektedir. (Bkz: BÂKİLER, Yavuz Bülent, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009.)

Konya Yazma Eserler Bölge Müdürü Bekir ŞAHİN Hocam kendisiyle ilgili yazmış olduğu “Hasan Çopur Kütüphanesi” isimli makalesine onu tam mânâsıyla tavsif eden şu muhteşem tespitle giriş yapıyor: “Sessiz esen rüzgâr hayat vericidir, serinletir nefes aldırır. Sessiz ırmağın derinliği, altındadır. Çağlamak köpürmek yerine dinlendirici ve güven vericidir. Kaynağından itibaren bereket ve hayat dağıtır. Sessiz ve yavaş yağan kar taneleri metrelerce yükselir. Ağır ağır erir ve akar, ama toprağın derinliklerine kadar inerek canlılara hayat verir.” (Geniş bilgi için bkz: “Hasan Çopur Kütüphanesi” http://konyaarastirmalari.blogspot.com.tr/2013/03/hasan-copu-kutuphanesi.html)

Kendisi Konya kültürünün sevdalısı, şehrin hafızası, “belge, bilgi ve kaynak” toplama işine bütün benliğini âdeta vakfetmiş numûne-yi timsâl bir Konya çelebisi. Nitekim kendi ifadesiyle; “Şiârımız, kitap, belge ve fotoğrafta Konya ve Konyalılar.” Yani başta sahaflar olmak üzere nerede ve kimde Konya’yla ilgili bir konu varsa hiç zaman kaybetmeden derhal satın alıyor ve arşivine kazandırıyordu. İşini o kadar aşkla yapıyor ki belge alım konusunda karşı taraf bütün servetini istese bile vermeye hazır âdeta. Hatta tanışma faslından sonra bizzat yaşamış olduğu hazîn bir vaka’yı da (tabii ki görene, köre ne!) nakletmeden edemedi. Derin bir hayale daldı ve önce tavsiyeyle başlayarak şöyle devam etti: “Şunu asla unutmayın ki hiç kimsenin malı kendinde kalmaz gençler!.. Bu dünya’dan giderken dahi sadece kefenle gidiyoruz. Yani ‘Mülk sadece Allah’a ait'tir. ‘Mahkeme Kadı'ya mülk olmadığı’ gibi bu Dünya’dan da bize yâr olmaz. Bunları niçin anlatıyorum biliyor musunuz? Adamın birisi beni duyunca birkaç gün önce geldi ve birkaç kültürel değer ifade eden eşyalarını sattı. Hatta Anne - Baba'sının resimlerini dahi sattı. İyi ki Rabbim benimle karşılaştırdı. Belki başka şeyleri de har vurup harman savurmuştur. Bu çok üzücü bir olay. Bir toplumun kültürü kesinlikle korunmalıdır gençler! Kültürü yok olan bir toplum zaten yok olmuş demektir.” Hasan dede bunları anlatırken ben yıllar öncesine gittim. Sovyetler sonrası bizim yaşadığımız köylerde de Ecdâd’dan tevârüs eden bazı eşyalar “Majar/Macar ve Mahmudiye” başta olmakla satılıyordu maalesef. Sevindirici bir haldir ki farkına bir an önce varıldı ve satış olayı durduruldu. Oysaki hâlâ sürgün hayatı yaşayan biz Ahıskalı Türklerin kültürel değerlerine daha sıkı bağlanması icab etmez mi!?.. (Geniş bilgi için bkz: “Ahıskalı Türklerde ‘Mahmudiye’ ve ‘Katha’ Kültürü Üzerine Bir Deneme...” http://www.ajansahiska.com/makale/ahiskali-turklerde-mahmudiye-ve-katha-kulturu-uzerine-bir-deneme_m8.html)

Yetmiş yaşını aşkın bir genç diyebileceğimiz Hasan dede, aynı zamanda “sessiz, sadâsız mütevazı bir şekilde Konya tarih ve kültürünün yedieminliğini üstlenmiş” bir Konya sevdalısı. Zîra 1954 yılından bu yana Konya ile ilgili “yüzlerce fotoğraf, binlerce kitap ve değişik belgeler mevcuttur. Fotoğraf, makale, harita, Konya giysileri; mıhlama, kırkpare seccade, Kıvratma damat ve ihtiyar gömlekleri, Konya’da dedesinin Ermenilere dokuttuğu halılar, değişik mektup örnekleri” tarihi eşyalar koleksiyonunda bulunmaktadır. Bizlere de “örnek teşkil edecek bu nâdide davranışıyla” deyim yerindeyse “hiç boşa kürek çekmemiş” Hasan dede. Bu tutumu bir hâtıramızı canlandırdı. Japonların başarısından bahisle tarih muallimimiz derdi ki: “ - Japonlar dünyanın nân-u nimetlerini bizlerden daha iyi kullanıyor çocuklar! Hâlbuki tam tersi olması icap etmez mi? Bir Japon hiçbir zaman boşa yaşamaz, boşa zaman geçirmez. Hatta yolda giderken düşse dahi ‘boşa düşmüş olmayayım’ diye yerden bir taş alır. Ki, ‘ne zamansa lazım olur kullanırım’ diye.” Hocamızın Hasan dededen haberi olsaydı fikrinden dönmese de muhtemel ki bundan sonra vereceği misalini genç fidanlara Hasan dede üzerinden verirdi. Böylece misallerimiz de örnek olmaktan çıkar (Zîra örnek, Ermenice “Orinagin”den dilimize musallat olmuştur) ve böylece millileşmeye doğru bir nebzede olsun yol almış olurduk.

Evet, Hasan Çopur dedeyle tanışmamız böyle oldu. Lâkin tanışmamızın asıl sebebi Artvinli olduğunu söyledikleri için “Atabegler Yurduyla” ilgili bilgi amaçlıydı. Daha sonra konuşmamız esnasında anne tarafından “Atabegler Yurdu”ndan olduğunu söyledi. Şöyle ki; Annesi aslen Artvin/Ardanuçlu olup, 93 harbi sonrası bölge (Elviye-yi Selase. Ki, o zaman Artvin Batum’un bir ilçesiydi) Çarlık Rusya'sına geçmesiyle ızdırâb dolu yıllar başlamış, hal böyle olunca da birçok aile gibi bu aile de Anadolu’ya göç etmek mecburiyetinde kalmış, sonrasında ise Konya’ya Çopur ailesine gelin gelmiş. Aslen Alanyalı olan Hüseyin oğlu Hasan ÇOPUR dede ise, 1934 Konya doğumlu. Beş batın önce dedeleri Alanya’dan Konya’ya göçmüş. Konya’ya tahsile gelip aynı zamanda burada bir medrese kurmuşlar.

Hasbihâlimiz esnasında annesinin doğum tarihini hicri rakamla söylemesi eskiye dair iyi bilgili olduğunun da bir göstergesiydi. Zîra Annesi Hicri 1328 doğumluydu. Ki, bu da Miladi takvimle 1910’a tekabül etmekteydi. Annesinden dinlediğine göre “93 Harbi sonrası herkes Rusların zulmünden kurtulmak için, çoluk çocuğuyla beraber Anadolu’ya göç ediyormuş. Kimisi de yolda donarak hayatını kaybetmiş.” Hatta anne tarafından dedesinin “yolda donarak vefat ettiğini” hüzünle ifade etti. (Bu hazin tablolar için bkz: ZEYREK Yunus, Bu Dosyayı Kaldırıyorum, Ankara 2007).

Konuşmamız yaklaşık bir buçuk saat sürdü. İlerlemiş yaşına rağmen işine aşkla, şevkle sarılmasından olsa gerek ki birkaç saat dahi konuşabiliriz diyordu Hasan dede. Bu tutumu bendenize muallim Mahir İZ’i hatırlattı. Onunda bir işi yaptığı zaman samimi ve içten yaptığını söylerler. Konuyla ilgili “Yılların İzi”ni okuyanlar illa ki tasvip edeceklerdir. Daha sonra konuyu “Osmanlının İskân Politikası”na getirerek kendisine şöyle bir soru yönelttik:

- Efendim Osmanlı Ahıska Bölgesi'ne iskân politikası uygulamış mıdır?.. Zîra Ahıskalılar arasında şöyle bir rivayet dolaşmaktadır ki; Bölge Osmanlıya ilhakından sonra, oraya “Konya, Yozgat, Tokat”tan iskân uygulanmıştır. Her ne kadar biz araştırmalarımızda böyle bir belgeye rastlamasak da son dönemlerde yazılan bir eserde kaynak gösterilmeksizin aynen şu ifadeler yer almaktadır: “1573 (doğrusu 1578’dir) senesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Gürcistan’ı fethetmesinden sonra İç Anadolu Bölgesinden; özellikle Konya’dan, Tokat’dan, Yozgat’dan seçilen Türkler Ahıska ve civarına yerleştirildi.” (Bkz: AVŞAR, Zakir-TUNÇALP, Zafer, Sürgünde 50. Yıl Ahıska Türkleri, TBMM Basımevi Müdürlüğü, Ankara 1995, s. 6.) Belgelerle de iştigal eden birisi olarak böyle bir belgeye rastladınız mı? Uzun ve bir o kadar da önem arzeden bu sorumuz karşısında biraz duraklayan Hasan dede meraklı bakışlar eşliğinde şöyle devam etti:

“- Böyle bir şeyi ben hiç duymadım, görmedim. Elbette ki bu da yoktur anlamına gelmez. Ama şu kadarını biliyoruz ki Konya’dan Malatya’ya bir iskân uygulanmıştır. Malatya malumunuz çoğunlukla Kürt kardeşlerimizin meskûn olduğu bir belde. Lâkin şimdi isimlerine baktığımız zaman “Alâaddin, Fahreddin, Celaleddin, Zıyâeddin” vb. isimler Selçuklu Konya’sını anımsatmaktadır. Hatta daha da ilginci bizim Konya kayısısı Malatya’ya giderek artık oradan Konya’ya gelmektedir.” Nitekim XIV. Yüzyılın meşhur seyyahı İbn Battuta (1304-1369) bu kayısı hakkında da bilgi vermekte ve şöyle demektedir: “Konya nehir, bağ ve bahçeleriyle meşhur, meyveleri bol bir beldedir. Daha önce anlatıldığı üzere, burada ‘Kamereddin’ denilen bir cins ‘kayısı’ yetişmekte olup, Mısır ve Şam tarafına sevk olunur.” Dikkat buyurduysanız mübarek belde kayısısının sonu dahi "Kamereddin" diye “Din” ile bitiyor. (Geniş bilgi için bkz: İbn Battuta Seyahatnamesi, Haz, Mümin Çevik, Bilge Kültür Sanat, İstanbul 2015, ss. 217-219.)

Hasbihâlimiz derinleştikçe daha da hararetleniyordu. Tabii olarak Hasan Dede satır aralarında da fevkalade bilgiler veriyordu. Konumuz döndü dolaştı “Osmanlı Türkçesi” mes’elesine geldi. Derinden bir of çekerek birkaç saniye sessiz kaldı. "Acaba yaralı noktaya mı temas etmiştik? Acaba 1930’larda belgelerin başına gelen o felaketi mi düşünüyordu? Ve dahi acaba Dil Devrimi'yle bir gecede cahil kalan ecdadı mı düşünüyor?" diye biz de sessiz nazariyeler ileri sürerken yine Hasan Dede tarafından bu mânâ yüklü sessizlik bozuldu ve gayet hüzünlü bir ses tonuyla şöyle devam etti:

“ - Osmanlı Türkçesi… Bizim için önemli olması gereken konulardan biri... Osmanlıcayı okuya bilmek için terimlerine âşina olmanız lazım. Yoksa benim gibi “zirde”yi iki sene “zerde” okursunuz. Gerçi sizler bilirsiniz amma ben yine de açıklama yapayım. ‘Zerde; safranla renk ve koku verilen bir çeşit şekerli pirinç peltesi, yani nişastası.’ Peki, ya Zirde? “Zirde” ise Osmanlıca da “Alt” demek meselâ: eskiden “Alta Yazılmış” mânâsında “Zirde Muharrer” derlerdi. Şimdi galiba dipnot diyorlar. Ve yine eskiler “İçten gelen, Duygu, İçgüdü”ye “Sevki Tabii” derler. Bilmeyenler bunu “Şevki Tabii” şeklinde de okurlar ki, bunlar benim gibi hataya düşenlerdir. Bugün dilimiz o kadar kısırlaştı ki çocuklarımız konuşamaz hale geldi neredeyse. Bugün maalesef torun dedesini, dede torunun anlamaz hale doğru yol alıp gidiyoruz. Eskiden “Âferin” derdik şimdi “Brava” derler galiba (Bravo demek istedi). Eskiden “Affedersiniz” derdik şimdi “Pardon” olmuş. “Evet”imiz şimdi “Hı, hı” olmuş. Hı, hı ne Allah aşkına!?” Önü alınmazsa güzelim dilimiz "dilim, dilim olup kabile diline doğru gidiyor" demeye getiriyordu Hasan dede. Kendisi telefon kullanmıyordu. Telefon dili olarak addettiğimiz ve “Selamün Aleyküm”ümüzün “Slm Alk,” “Nbr” olduğunu bilseydi neler diyeceğini merak etmiyor değiliz açıkçası.

Evet, niçin gitmiştik nelerle karşılaştık. Hülasa edecek olursak, “Genç; yaptıklarıyla yaşayan değil, yapacaklarıyla yaşayandır” fehvâsında genç ve bir o kadar da dinç olan Hasan Dede, gerek hâliyle gerekse de kâliyle birçok ders verdi biz gençlere... Kendisi “dert insanı” olunca da dersinden çok şey aldık, hatta diyebiliriz ki sözleri “kulaktan izinsiz direk kalbimize” sirayet etti.

Bu tatlı sohbetimizin yavaş-yavaş sonuna doğru geliyorduk. Israrla yemek, çay söyleyeyim dediyse de zahmet olmasın diye kabul etmedik. Zât-ı âlilerini zaman zaman ziyaret edeceğimizin sözünü alarak çıkmak üzereydik ki o anda İstanbul’dan müzayede sonucu alınan birkaç belge geldi. Hasan Dedenin heyecanı “anlatılmaz yaşanır” kâbildendi. Bu heyecan karşısında donakalmıştık âdeta. İçinden Fuzuli’nin “Işk imiş her ne var âlemde…” dediği bu olsa gerek diyerek mütevâzı odasından ayrıldık.

Bereketli bir günü daha geride bırakmıştık. İlk fırsatta arkadaşlarla paylaştık ve Ahıskalı öğrencilerden Sefer SEFEROV'un  tespiti kayda değerdi; “Demek ki neymiş efendim!.. Yaşatmıyorsan, yaşamıyorsun demektir.” Hatta kendi rızasıyla makale ismini de bu vecizeden mülhemle “Yaşat ki, Yaşayasın” şeklinde kullandık. Yaşatmamız ve yaşamamız temennisiyle…