“Susuz değirmenlerin ne ile döner çarkı,
Kerem etmeyen Bey’in fakirden nedir farkı.”
Cumhuriyet döneminin önemli şahsiyetlerinden biri olarak bilinen Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir adlı meşhur eserinde Selçukluya başkentlik yapmış Konya için “Bir payitaht dâima payitahttır.” diyerek şehrin önemine dikkat çekmektedir. Bu anlamda asıl konumuza geçmeden önce Konya’nın tarihi serüveni hakkında kısa da olsa bilgi vermenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Türkiye Selçuklularının başkenti olan Konya, Türk hâkimiyetine girdiği dönemlerde Alâeddin Tepesi çevresinde yayılmış küçük bir kasaba iken, bu özelliği XII. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren değişmeye başlamıştır. Zîra Selçuklular zamanında ve özellikle XIII. yüzyılda yalnız Anadolu’nun değil, dünyanın en modern ve düzenli şehirlerinden biri haline geldiği bilinmektedir. Selçuklulardan sonra bir süre İlhanlıların kontrolünde kalan şehir, daha sonra Karamanoğulları Beyliği’nin eline geçse de Fatih Sultan Mehmed’in 1467 ve 1473 Otlukbeli Savaşından sonra gerçekleştirdiği Karaman Seferleri ile fethedilerek Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girmiştir.
Vakıf müessesesi, asırlarca İslâm devletlerinde büyük önem kazanmış, sosyal ve iktisadî hayat üzerinde derin tesirler bırakmış dinî-hukukî bir müessesedir. Başka bir ifadeyle vakıf, “yaratandan ötürü yaratılmışlara merhamet, şefkat ve sevginin” bir tezâhürü olan infâk ve hayriyeciliğin devamlılık arz ederek müesseseleşmiş halidir. Bütün İslâm devletlerinde âdeta bir yarış hâlinde gelişen vakıflar, tüm İslâm coğrafyasında olduğu gibi, Anadolu’da da hem Selçuklular hem de Osmanlılar döneminde, Türk kültür hayatı içerisinde son derece önemli roller oynayan müesseseler haline gelmiştir. Özellikle Osmanlılar döneminde çok büyük bir gelişme gösteren vakıflar sayesinde, “bir kimse vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer-içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır, öldüğü zaman da vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü”. Yani bir insan doğumundan ölümüne kadar, bütün hayatı boyunca, vakıfla iç içe yaşar ve ihtiyaçlarının tamamını vakıflardan karşılayabilirdi. Bu da vakıfların ve hayriyecilik teşkilatının, Türklerin sosyo-ekonomik ve kültürel hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir.
Osmanlı Devleti’nde, vakıf müessesesi kişilerin hayatında olduğu kadar, cemiyet hayatında da önemli rol oynamıştır. Şöyle ki; vakıflar, Osmanlı şehirleri için gerekli altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesi, eğitim, bayındırlık ve cemiyetin ihtiyaç duyduğu temel hizmetlerin yürütülmesinde önemli bir fonksiyon icra etmişlerdir. Bu anlamda hem Osmanlı coğrafyasının her tarafında hem de asıl konumuzu teşkil eden Konya’da vakıflar sayesinde inşa edilen camiler, medreseler, kütüphaneler ve buralarda icra edilen dinî, ilmî ve kültürel faaliyetler sayesinde beldeler, kültür ve medeniyet merkezi haline gelmiştir. Bugün bile Konya’da var olan tarihi cami, medrese, türbe, zaviye, han ve hamamlar bunun en güzel misallerindendir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin önemli merkezlerinden biri olan Konya’da, XVII. yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın başlarına kadar hayırsever devlet adamları ve Konyalılar tarafından pek çok vakıf müessesesinin tesis edilerek toplumun hizmetine sunulduğu görülmektedir.
Konya’da tesis edilen bu vakıflar arasında cami ve mescitlerin gerekli hizmetleri ifâ edebilmeleri için gelir getiren (akâr) han, hamam, dükkân, ev, bağ, bahçe ve tarla vb. gayr-ı menkullerin varlığı bilinmektedir. Ayrıca okunarak sevabının Hazret-i Âdem’den başlayarak bütün peygamberlere, ana-babalarına ve yakınlarının ruhlarına bağışlanmak üzere, Kur’ân-ı Kerîm vakfeden Konyalılar olduğu da görülmektedir.
Hayırsever Konyalıların vakfiyelerini genel olarak şu dört ana başlıkta toplayabiliriz:
- Cami ve mescid binâsı vakıfları
- Cami ve mescidlere yapılan gayr-ı menkul vakıfları
- Cami ve mescidlere yapılan para vakıfları
- Cami ve mescidlere kur’ân-ı kerîm vakıfları
Netice itibarıyla Konyalı hayırseverlerin menkul, gayr-ı menkul veya paralarını genellikle mahallelerinde bulunan cami ve mescitlerin ihtiyaçlarına veya imam ve müezzin gibi görevlilerin masrafları için vakfettiği anlaşılmaktadır. Onları böyle davranmaya iten sebep ise dünyevî olmaktan ziyade uhrevî idi. Zîra ortaya koymuş oldukları şartlar da bunu doğrulamaktadır. Vakfedenler, koymuş oldukları şartlarda daha çok, öldükten sonra kendileri ve yakınları için hayır duâ edilmesini istemektedirler. Bu da onların yapmış oldukları vakıfları, maddî bir kazançtan ziyâde manevî beklentiler ile gerçekleştirmiş olduklarını göstermektedir.
NOT: Makale, İrfan İctimai Fikir Jurnalı'nın Konya Özel Sayısı'nda yayımlanmıştır.