azadzanavli @ hotmail.com

KATHA; heybetli bir gelişin, vakûr bir duruşun simgesidir.

KATHA; (hafif bir sallantıda düşme tehlikesi olacağı için) zarif bir yürüyüşün imgesidir.

KATHA: Sultan II. Mahmud dönemi madeni parayla, "Mahmudiye"yle süslenerek "Devlet-i Aliye"yi baş tâcı edişin bir göstergesidir.

KATHA; târihin derinliklerinden haber veren bir objedir…

Kafkasya halklarından birini teşkil eden Ahıskalı Türklerin “Katha” kültürüne geçmeden önce, bölge hakkında verilecek olan kısa bilginin yerinde olacağı kanaatindeyiz. Tarih boyunca Kafkasya önemini hiçbir zaman yitirmemiş ve büyük devletlerarasında hâkimiyet mücadelesinin hiç eksilmediği bir bölge olmuştur. Nitekim ilkçağlarda Romalılar-Persler-İskitler yerini ortaçağlarda Bizanslılar-Sasaniler-Hazarlara bırakmıştır. Daha sonra ise İran-Osmanlı arasında Kafkasya mücadelesine devam etse de, XVIII. yüzyılın ortasına doğru bu mücadeleye Rusya’da dâhil olmuştur. İlk önce Rusya pek dikkate alınmasa da Deli Petro (1682-1725) sonrası “İmparatorluk” seviyesine yükselen devlet, İran ve Osmanlı ile peş-peşe imzaladığı antlaşmalar neticesinde Kafkasya’nın tek hâkimi olmuştur.

Esas itibariyle, dağlık bir bölge olan Kafkasya’da, yerleşim bölgeleri genellikle yüksek yaylalar ve derin vadilere yayılmış bulunmaktadır. Yüksekliği fazla olan bu dağ silsilesi, bölgedeki insanların tarihlerini, kültürlerini ve karakterlerini başkalarından farklı kılmıştır. Askeri açıdan, büyük ölçüde savunma imkânı sağlayan dağlar; kültür, dil ve etnik bakımdan bölünmüş bir coğrafyanın doğmasına da neden olmuştur. Nitekim “farklı dillerin konuşulduğu bölge” manasında Arap tarihçilerinin “Cebelü’l-Elsân” diye niteledikleri Kafkasya’da, yaklaşık kırk kadar farklı dil ve lehçelerin konuşulduğu tahmin edilmektedir. Diğer taraftan Kafkasya’daki etnik ve kültürel çeşitliliğin bir sebebi de, “ülkeleri işkâl edilen mültecilerin sığınak yeri olması hasebiyledir” denilebilir.

Kafkasya’da yaşayan topluluklardan sadece “Türk” gruplarını tasnife tabi tutacak olursan şöyle sıralayabiliriz: Azerbaycan Türkleri, Kumuk veya Kumıklar, Karaçaylar, Kalmıklar, Balkarlar, Nogaylar, Kundurlar ve Ahıskalı Türkler. Tarihte farklı milletlerin kaynaştığı bölge olan Kafkasya aynı zamanda farklı inançlarında kaynaştığı yer olmuştur. Zîrâ Kafkasya’da yaşayan halkların yaklaşık üçte ikisi Müslümanlığı, üçte biri ise Hıristiyanlığı benimsediği görülmektedir.

Kafkasya ve Kafkas Halkları hakkında bu kadar bilgiden sonra asıl konumuzu teşkil eden “Mahmudiye” ve “Katha” kültürüne geçelim ve öncelikle “Mahmudiye”yle devam edelim.

PEKİ, NEDİR “MAHMUDİYE?”

Her ne kadar mâdenî para (sikke) basımı milattan önceye dayansa da diğer devletlerde olduğu gibi, hiç şüphesiz ki Osmanlılar da mâdenî para kullanmıştır. Şöyle ki; İlk devirlerinde, Selçuklulara ait sikkeler kullanılsa da, daha sonra ki dönemlerde “Bakır”, “Gümüş” ve “Altın” olmak suretiyle çeşitli madeni paralar bastırılmış ve istifadeye verildiği görülmektedir. Devlet-i Aliyye-yi Osmâniyye, II. Mahmut (1808-1839) döneminde ise, “Zeri Mahbub”, “Rûmî”, “Adlî”, “Hayriye” ve “Mahmudiye” isimleriyle muhtelif altın paralar basmıştır. Nitekim bu dönem altın sikkelerde bir çeşitlilikte söz konusudur.

II. Mahmut dönemine ait “Mahmudiye” isimli madeni para, ismini Sultan Mahmut’tan almış ve “Sultan Mahmut Dönemine Ait” mânasında “Mahmudiye” şeklinde kullanılmıştır. Sikkenin üzerindeki yazıları “bilenler için tekrar, bilmeyenler için ise iftihâr kabilinden” okuyacak olursak; sikke’nin arka tarafında “Sultan II. Mahmut’un tuğrası (Tuğra; Osmanlılarda padişahın imza ve alameti)” bulunmakta, metinde ise; “Mahmud bin Abdülmecid Dâimen el-Muzaffer”, tuğranın dışında sağ tarafında “Adlî” yazmaktadır. Ön kısmında ise yine Osmanlı Türkçesiyle; “9 (kuruş), Duribe fî Kustantıniye (İstanbul’da basılmış), 1223” yazmaktadır. Zîrâ Hicri 1223, Miladi takvime göre 1808/1809 yıllarına yani II. Mahmut dönemine tekâbül etmektedir.

Mahmudiye hakkında bu kadar bilgiden sonra Ahıskalı Türklerde “Katha” kültürüne geçmenin yerinde olacağı kanaatindeyiz. Ahıskalı Türkler, II. Mahmut dönemi bu mâdenî parayı “Fes”in üzerine dikmişler ve ismine  “Katha” dedikleri, uğruna bayatı (mâni), şiirler yazdıkları ve baş tacı ettikleri bu “Katha”yı yıllarca başucunda taşımışlardır. Her ne kadar bu gün bu sadece düğünlerde adet yerini bulsun diye devam etse de, büyüklerimizden edindiğimiz bilgilere göre ninelerimiz gelin geldikten sonra dahi “Katha”sını çıkartmamış, ölene kadar “Katha” ve üzerine örtülen “Leçek” ile dolaşmıştır. Bunun en bâriz misalleri Ahıskalı Türklere ait eski resimlerde mevcuttur. Muhtemeldir ki, “1829 Edirne Antlaşması”yla Osmanlıdan koparılan ve dahi “93 harbi” sonucu “Elviye-yi selâse”nin de elden çıkmasıyla ana vatandan bayağı uzaklaşan Ahıskalılar, Osmanlı mirası olarak benimsedikleri “Mahmudiye”yi baş tacı yapmışlardır. Her ne kadar günümüz de “Katha” her Ahıskalı ailede olmasa da, “Mahmudiye”nin hemen her ailede olabileceği kuvvetle muhtemeldir.

Bunun neticesi olarak, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “Katha” uygulaması bugün sadece düğünlerde devam etmekte ve Ahıskalı aileye gelen her gelin “Katha-Leçekle” bezenerek getirilmektedir.

 Bu mânada Ahıskalılarda gelin getirme sahnesini de kısaca özetlemenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Her ne kadar eskiden gelin at arabasıyla gelse ve dahi bu anlamda oğlan tarafından gelenlere bugün bile “atli” dense de, günümüzde artık özel arabalarla gelmektedir. Öncelikle gelini yanında gelen yengesi (yenge: Ahıskalılarda gelin getirilirken ona eşlik edene, yanında gelene derler) bezer. Başına damadın yengesinin getirdiği (yukarıda da ifade ettiğimiz gibi) altınlarla süslü “Katha”, üstüne “Leçek”, “Poşu” ve kırmızı “Tuvağ”, ellerine de “El mahraması” örtülür. Daha sonra ise şiir veya bayatilerle uğurlanır. Nitekim bayatilerden birinde: “Katha örter başına, / Davul vur oyna peşine. / Kızınız gülmeye gediyer, / Ağlamayasız peşine.” denilmekte ve gelinin “Katha”yla anne ocağından yeni yuvasına gittiği vurgulanmaktadır. Bir diğerinde ise; “Geline bak geline, / Kına yakmış eline, / Gelin durmuş gediyor, / Güveyinin evine.” denilmekte ve Türk illerinin bütün bölgelerinde diller ezberi olan bu bayati eşliğinde gelin hanım “ata” evinden “kâim-ata” evine uğurlanmaktadır.

Bundan sonrasında ise gelinin “yüz açma” merasiminin olduğunu görüyoruz. Şöyle ki; sağdıç eline iki bıçak alır ve kısa oyun havasından sonra oradaki merakla bekleyen topluluğa şöyle hitap eder: “- Aziz nineler, aziz halalar, aziz bibiler ve aziz bacılar! Gelinin ‘dilini’ mi keselim ‘lîsânı’nı mı?” Orada bulunan herkes tek bir ağızdan ve kor şeklinde - dilini kes dilsiz kalsın” derler. Yani “fazla konuşmasın, büyük ve küçüklerine hürmet etsin” anlamında bugün bile devam eden güzel bir gelenektir. Sağdıç bunu sünnete uygun alarak üç kez tekrar eder. Akabinde ise yine sağdıç gelinin yüzünü açar. Böylece mânen dili kesilen gelin hanım, yerine göre bir ay, bir yıl ve yerine göre de bir ömür başta kayınpeder olmak üzere damadın akrabalarıyla kısık sesle konuşur veya hiç konuşmaz. Burada yeri gelmişken bir şeye de dikkatleri çekmek isteriz; her ne kadar bazı yörelerde “Gelinin ‘dilini’ mi keselim, “n” ile ‘nisanı’nı mı?” dense de bu doğru değildir.  Zîrâ buradaki “nisan” kelimesinin “lisan”dan tahrif olduğu anlaşılmaktadır. Lisan ise Arapça’da “dil” demektir ve burada da “tevkid” yani “pekiştirme” söz konusudur. Hatta bazı bölgelerde ise biraz daha abartılarak “Gelinin ‘dilini’ mi keselim, ‘başını’nı mı?” ibaresi kullanılsa da kesinlikle doğru değildir.

Netice itibariyle her ne olursa olsun bir milletin varlığından haber veren bu ve benzeri güzel adetler kaybolmamalı, tarihin tozlu sayfalarına itilmemeli, yaşatılmalı ve yaşattırılmalıdır. Zîrâ bir milletin âdeti, an’anesi, gelenek ve göreneği o milletin geçmiş tarihinden bazı izler barındırmaktadır. Bizleri var eden, ayakta tutan da bu izlerdir.