azadzanavli @ hotmail.com

Anavatan Ahıska Ziyareti isimli programımızın ilk bölümünü bir önceki yazımızda özetlemeye çalışmıştık. (Bkz: http://www.ajansahiska.com/makale/istanbuldan-istanbul-kilidine-yolculuk-1_m64.html)  Bu bölümde ise “Beş Günlün Tiflis ve Ahıska Ziyareti”mizin Ahıska ve Tiflis ayağının son günlerini özetlemeye çalışacağız.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Ahıska’ya ayak basar basmaz ilk ziyaretimiz “Ahıska Kalesi, Ahmediye Camii ve Külliyesi” olmuştu. İkinci gün (29 Ocak 2017) ise gün boyu tamamen “Ahıska Köylerini” dolaştık. Taksi ve Gazellerle (Rus araç markası) eğitimci hocalarımız hangi köydense o köylere gidildi ve o gün sırasıyla şu köyler ziyaret edildi: “Zarzma, Lâşe, Plate, Zanav, Bolacur, Sabzara, Entel, Varhan, Hokam, Çaral, Agara, Z(s)ire, Oşora, Lebis, Hırtız, An, Ahaşen, Aspinza.”

Mezkûr köyleri ziyaret etmek üzere üç grup halinde yola koyulduk. Bizim olduğumuz grup şu dokuz köyü ziyaret edecektik. Şöyle ki; “ehl-i irfân” olan Zarzma ile başladık sırasıyla Lâşe, Plate, Zanav, Bolacur, Sabzara, Entel, Varhan derken son durağımız olan Abastubanlı Molla Yusuf’u ziyaretle günümüzü nihayete erdirdik. Gittiğimiz her köyde çok güzel karşılandık. Zaman-zaman duygulu anlar da yaşadık. Karlı bir havada Ahıska’nın o güzelim dağlarını görmek, araba çıkamadığı için de bazı dağ köylerine yürüyerek çıkmak ziyaretimize başka bir güzellik katmıştı.

Evet, biraz daha etraflı bilgiyle devam edecek olursak, ilk olarak Ahıska’nın Zarzma köyüyle ziyaretimize “bismillah” dedik. Zarzma Köyü merkeze nazaran biraz daha yükseklikte yer alan bir köydü. Kar yağışı eşliğinde, karlı dağları aşarak köy merkezine yaklaştığımızda kalabalıkla karşılaştık. Acaba bizim için mi toplandılar derken, daha sonra öğrendik ki günlerden Pazar olması hasebiyle meşhur Zarzma Kilisesine âyine gelmişlerdi. Biz de merakımızı giderme adına Zarzma Kilisesinde âyine katıldık. Âyin esnasında koro olarak söylenen kısımlarda ses uyumu muhteşemdi. İçimizden, “keşke bu sesle birde Kur’an-Kerim okusalar ve ilahi söyleselerdi” geçiremeden de edemedik doğrusu.

Daha sonra Lâşe Köyünü geçerek ikinci durağımız olan Plate’ye, yani ehl-i irfândan ehl-i namaza doğru yol aldık. Büyük Sürgün sonrası Ahıska’nın birçok Köyüne şiirler dizen şair, bu üç köyü de özetler mahiyette şöyle terennüm eder:  

“PLATELİLER NAMAZINI KILANDUR,

LÂŞELİLER ŞERİATDAN BİLENDÜR…

ZARZMALİLER GÖZYAŞINI SİLENDÜR,

ONLAR DA MAHSUSTUR EHL-İ İRFANA…”

Ehl-i namaz olan Plate’ye yaklaştıkça Köylerini ilk kez görecek olan hocaların sevinçleri gözlerinden okunuyordu. Plate de muhteşem manzaraya hâiz, yine diğer köyler gibi merkeze nispette daha yüksekte, dağlara nâzır bir köydü. Kar nedeniyle arabamız köye kadar çıkamadığı için yolumuzun yaklaşık bir km. bölümünü yürüyerek gittik. Köyün merkezinden aşağı doğru baktığımızda diğer köyler avucumuzun içinde gibi duruyordu. Köylülerle sohbet etme imkânımız olmadı. Dolayısıyla etrafı bol resmederek, resim çektirerek köyden ayrıldık. Bir sonra ki durağımız bizim ata-baba köyümüz olan Zanav.

Zanav da Ahıska’nın Adigön kazasına bağlı birçok sülalenin yaşamış olduğu tarihi bir köydür. Dolayısıyla köye giderken Adigön merkezden geçerek yukarı Zanav’a doğru yol aldık. Altunkale/Adigön’ün merkezi bir yer olduğunu da şâir şöyle dillendirir:

“ADİGÖN’DE OTURUR PAŞAZÂDELER,

ÇALGILAR ÇALINIR, TÜRLÜ SEDALAR,

HİZMETDE DOLANIR VERİR BÂDELER,

AKLINIZI ALDIRIP OLMAN DİVÂNE…”

Köyümüz Zanav hakkında daha önce bilgi verdiğimiz için bu bahsi ilave bilgilerle kısa geçeceğiz. (Bkz: http://www.ajansahiska.com/makale/tarih-koyumuz-ve-sulalemiz-hakkinda-genel-bilgi-1_m63.html).

Camii olan köylerde ilk durağımız Camiiler olduğu için burada bu geleneğe sâdık kalarak Zanav’da da ilk olarak Camiiye uğradık. Camii imamı Hüseyin hocadan edindiğimiz bilgiye göre 1927’de yapımı tamamlanan Camii, Sovyetler Dönemi bir ara ambar/ahır/mahzen olarak kullanılmış 1990 sonrası ise Acaralı Müslümanların ısrarlı girişimi neticesinde yeniden ibadete açılmış. Minare dikimine izin olmayan Camii’de beş vakit ezan okunmasına da izin yok ama Cuma dâhil beş vakit namazlar cemaatle kılınmakta olduğunu söyledi Hüseyin hoca.  Kısaca ezan hariç, Zanav Camii tüm fonksiyonunu devam ettirmekteydi. Hatta hafta içi her gün çocuklara “Kur’an Eğitimi” başta olmakla “Dini Bilgiler” de öğretiliyormuş.

Yaklaşık 20 dakika “Kur’an Bülbülleri”yle hasb-i hâl ettik, bir kısmından da Kur’an-ı Kerim dinledik. Hocalarımızın teklifiyle küçük gönüllere çikolata dağıtarak dualarını aldık ve hediyemizi kabul ettikleri için teşekkür ederek Zanav’dan da mesrur bir çehreyle ayrıldık. Bir sonraki durağımız ise Bolacur, yani Bolacuri.

Bolacur Köyü de Ahıska’nın diğer köyleri gibi “tarlaları, bağları ve bahçeleriyle son derece güzel bir köy” olarak bilinmektedir. Ana yoldan köye taraf döndüğünüzde köy tam ihtişamıyla karşılıyor ziyaretçilerini. Ahmed TURANLI (Bolacurlu) ağabey “Ahıska’nın Bolacur Köyünde Başlayan Bir Hasretin Hikâyesi” isimli makalesinin girizgâhında kendi köyleriyle ilgili şu bilgilere yer vermektedir: “Kış ayları son derece çetin geçer, evlerin kapısı açılamayacak ölçüde kar yağarmış. İnsanlar hayat şartlarıyla mücadele eder, kendi dinî inanışları ve kültürü dâhilinde yaşayıp gidermiş. Ahıska’da bölgesinde yer alan Bolacur köyünde sürgünden önce 330 Müslüman aile yaşarmış. Bolacur köyü, dinî eğitimde diğer köylere göre ileriymiş. Hatta çevrede “Bolacur’dan çıksa, çıksa Molla çıkar” diye de yaygın bir söz varmış. Merkezî bir köy olduğu için bu köyde mescit ve okul da varmış.” (Bkz: http://www.ahiska.org.tr/?p=377İşte böyle bir köy Bolacur. Ahıskalı şâirlerden birisi Bolacur’un “Namaz, Niyaz, İman ve Ahlak”a bağlılık yönünü şöyle metheder:

“KÜÇÜK SMADAGİL FARZI, SÜNNETİ,

ENTELLİLER İYİDİR, ETME MİNNETİ…

BOLACUR’UN ARTIK GELİR ZÎNETİ,

EGER ÜÇ KİŞİ DAHA GELSE İMÂN’A…”

Bolacur’da var olan okul binasını ziyaret edemedik ama köy merkezinde olduğu için Camii ziyaret ettik. Ne yazık ki Camii mahzen olarak kullanılmaktaydı. Tüm ısrarlarımıza rağmen içeriye girmeye izin vermediler. Bekle bir kitabe buluruz umuduyla etrafa baktık ama maalesef bir şeye rastlayamadık. Bir kısım Camiiler de olduğu gibi kitabesi kazınmıştı. Bir zamanlar “Molla yetişen köy Camiinin” etrafında ne yarık ki “Hınzırlar” dolaşıyordu. (Aynı manzarayı bir önceki ziyaretimizde, İstanbul’u Ahıska’ya taşımasıyla bilinen Şehrî Efendinin köyü olan Muhe (Mohe) Camii civarında da görmüş ve çok üzülmüştük.) Hatta köy merkezinde yılların yorgunluğunu gizleyemese de lisân-ı hâliyle “YIKILMADIM AYAKTAYIM” dercesine Osmanlı yadigârı boynu bükük bir çeşme de vardı. Köy merkezinin genişliğinden büyük ve merkezi köy olduğu her halinden belliydi. Köy halkı meraklı gözlerle bizlere bakıyordu. Bir kısmıyla yaklaşık 25 dakika ayakta sohbet ettikten sonra meraklı bakışlar arasından sıyrılarak Bolacur’dan da ayrıldık. Bir sonra ki durağımız ise Sabzara.

Karlı ovalardan geçerek Sabzara Köyüne doğru yol aldık. Sabzara’yla ilgili halk arasında şöyle bir mâni/şiir dolaşmaktadır. Köy tabelasını görürken ilk bu mâni geldi aklıma:

“ALTI TÜTÜN SABZARA,

YEM TÖKERİM KAZLARA…

KAZLAR YEMİ YEMEDE,

BEN BAKARIM KIZLARA…”

Burada bizi ilgilendiren kısım “kazlar-kızlar kısmı” değil, muhtemeldir ki Sabzaralıların Büyük Sürgün öncesi Altı Aile (tütün) olmasıdır. Bu da Ahıska’nın en az aile barındıran köyü anlamına geliyordu. Biz de zaman-zaman Sabzaralı Yunus kardeşimizle “Altı tütünün bir ferdini bulduk” diyerek şakalaşıyorduk. O da: “Yok ağabey ya! Biz bayağı çoğaldık artık” diyerek karşılık veriyordu. Evet, Sabzara da ana yola yakın yerleşen küçük bir köydü. Hatta köy civarında Borçalı’dan gelip yerleşen Azerbaycan Uyruklu kardeşlerimiz de yaşıyordu. Türkçe konuştuğumuzu duyunca yaklaştılar yanımıza. Önce belke Ermeniler olabilir dedik ama Azerbaycan Türkü olduklarını kendileri söyledi. Böylece Sabzaralılara da vedâ ederek Entel Köyüne doğru yol aldık.

Entel’de de ilk durağımız yol kenarında olan Entel Camii idi. Diğer Camiiler gibi Entel Camiinin de yapım tarihi 19. Asrın ortalarına tekabül ediyordu. Camii, diğer bir kısım Camiiler gibi bakımsız vaziyette ve kitabesi silikti ne yazık ki. Daha sonradan ikinci kat eklenerek mahzen olarak kullanılan Camii, yerden yaklaşık dört metre yükseklikteydi. Her ne kadar Camii bakımsız olsa da, köylüler mezarlığı korumaya aldıklarını söylediler. Gidelim dediler ama hava karlı olduğu için gitmekte tereddüt ettik. Ve nihai karar mezarlığa gitmeden Entel’den de ayrıldık. Yavaş-yavaş sona doğru geliyorduk. Öğlen yemeğini arabada yedik ve bir sonra ki durağımız önce Varhan sonrasında ise çermiğiyle meşhur Abastuban Köyü. Ahıskalı şâir gideceğimiz yerleri şöyle tavsif eder:

“VARHAN’I İYİ GÖRDÜM ÇARŞI - PAZARI,

SABZARA AĞALARINA EYLE NAZARI…

HARCAM CAMİSİNİN OKUR - YAZARİ,

YUKARI NAZAR ET ABASTUBAN’A…”

Evet, Varhan’da da ilk durağımız “Varhan Camii” idi. Bu Ahıska Köy gezilerimizin son Camii ziyareti idi. Camiinin ilk günkü gibi duruşundan diyebiliriz ki bizim açımızdan güzel bir kapanış oldu. Şunu da özellikle ifade etmek isteriz ki bu zamana kadar ziyaret ettiğimiz bütün Camiilerin taşları, mimari özelliklerinde çok benzerlik vardı. Bu da birbirlerine yakın tarihte yapıldıklarının bir göstergesi olabilirdi.

Yeniden Varhan Camiine dönecek olursak, her ne kadar Camii olarak fonksiyonunu yürütmese de köy halkının Camiiye iyi baktığı; görünüşünden, vakur duruşundan belliydi. Minaresi yoktu ama var olan Kubbesi Osmanlı mimarisi olduğunu her haliyle haykırıyordu. Hatta Camii içerisini ziyaret etmeğimize de izin verildi. İçerisinde var olan piyanodan anladık ki Camii, kulüp olarak kullanılmaktadır. Her hafta temizliğini yapan aile ise görünüş itibariyle fakir idi ama asil ve çok efendi bir aileye benziyordu. Hocalarımız, bu asil davranışları nedeniyle aileye ikramlarda bulundular. Varhan’ı ve Camiini de ziyaretten sonra, bir sonra ki ve son durağımız olan Abastuban’a doğru yol aldık.

Abastuban’da, 2005 sonrası Ahıska’ya ilk yerleşenlerden biri olan aynı zamanda "Büyük Sürgünün" canlı şahitlerinden Molla Yusuf dedeyi evinde ziyaret ettik. Yusuf dede ailesi bizleri görünce çok sevindi. Hemen içeri buyur ederek sohbet esnasında kendi bağlarından elma ikram ettiler. Elmanın tadı “anlatılmaz tadılır” kabilindendi. Ecdâd, “Kavkaz’ın suyu içtikçe içtiriyor” derdi ama nnlaşılan o ki elmasının da “yedikçe yedirten” bir özelliği vardı.

Molla Yusuf dedeyle yaklaşık bir saat hasb-i hal ettik. Ahıska’ya gelişinden ve bu zamana kadar çekmiş olduğu ızdırâb dolu hayat hikâyesinden bahsetti. Her bir Ahıskalı gibi dertliydi Molla dedemizde. Bizde Bahtiyar Bahapzade’nin; “Eğer olmasaydı deryaca derdim, / Derdin yokluğunu ben derd ederdim” dediği vecizesini hatırlattık ama dedemiz derin bir hayale giderek: “Eee oğul, onları yaşayan bilir” diyerek ortamı duygusal bir havaya bürüdü. Vecdi BİNGÖL sanki Ahıskalıları kastederek öyle demiyor muydu?

“SÖYLEMEK İSTESEM GÖNÜLDEKİNİ,

DİLİME DOLANAN IZDIRÂB OLUR…

YAZSAYDIM DERDİMİN BEN BİR TEKİNİ,

CİLTLERE SIĞMAYAN BİR KİTAP OLUR…”

Daha sonra sohbetimiz esnasında Molla Yusuf dedenin masası üzerinde yer alan eski bir kitap gözümüze takıldı. İzin alarak kitaba baktığımızda ise İstanbul basımı, Osmanlı Türkçesiyle yazılı eski bir eser idi. Molla emi, dedesinden kendisine intikâl ettiğini söyledi.  Eser, Fas’lı Muhammed bin Süleyman el-Cezûlî (ö. 870/1465) tarafından derlenen, kısaca “Delâil,” tam adı ise “Delailü'l Hayrat, Delail-i Şerif” olarak bilinen meşhur salâvatı şerifeler mecmuasıydı. Molla Yusuf dede zamanını daha çok “Mızraklı İlmihâl,” "Ahmediye" ve “Delâil” okuyarak geçirdiğini söyledi.

Molla dedegilden akşamüzeri ayrıldık. Çıkışta dikkatimi çeken, maalesef yavaş-yavaş unutulmaya yüz tutan bir olay bendenizi gerçekten duygulandırdı. Bu gelenek bugün köylerde yaşıyor olabilir ama şehirlerde yaşayacağı uzak ihtimaldir. Evet, o soğuk havaya aldırış etmeden “ayakkabılarımızın karları temizlenip yıkanarak güzel bir şekilde dizildiği gördük.” Bu günlerde az rastlanır vakıa olduğu ve bendenizi yıllar öncesine götürdüğü için duygulanmıştım açıkçası. Bunlar ecdâtdan tevarüs ettiğimiz güzel âdetlerdir. Bana da sorarsanız yaşatılması, bir sonra ki nesle de aktarılması lazım. Belki basit bir şey olabilir ama olsun. Unutmayalım ki; “insanlar küçük şeylerle denenir ama büyük değerler kazanır.” Bunlar da bize büyüklük katan, bizi biz yapan değerlerimiz değil mi?.. Bir zamanlar evde toz gördüğü zaman “yazı yazdım ayinenin tozuna, yazıklar olsun bu evin kızına” diye ayine tozuyla, kelam dahi etmeden nazik bir şekilde uyaran ecdadın evlatları değil miyiz?.. Demek ki, bazen bir davranış dahi insanın kendine gelmesine vesile olabiliyor.

Akşamüzeri Abastuban’lı Molla Yusuf dede ve ailesine de vedâ ederek Ahıska merkeze doğru yol aldık. Dolu - dolu geçirdiğimiz bir günü daha geride bırakmıştık. Her kez köyünü ziyaret etmenin haklı gururunu yaşıyordu. Arka taraftan “eve gedeyim ninem ve dedemden köyüm hakkında daha geniş bilgi alacağım” diye sesler gelmeye başlamıştı artık. Evet, “maksat hâsıl olmuştu…”

Akşam yemeği sonrası bir aylık programın genel değerlendirmesini yaparak o günümüzü de öylece sonlandırmış olduk. Yarın ilk işimiz Rektör Sn. Merab BERİDZE’nin de katılacağı “Samtskhe - Javakheti (Ahıska) Devlet Üniversitesi”nde bize özel hazırlanmış programa katılmak olacaktı.

Ahıska’da artık son güne gelmiştik (30 Ocak 2017). Yukarıda zikrettiğimiz programa katılmak üzere kahvaltı sonrası zaman kaybetmeden hemen yola çıktık. Üniversite’de daha öncekinden çok sıcak karşılandığımız dikkatlerden kaçmadı. Özelikle daha önce de bulunanlar bunun farkındaydı. Tabii ki bunda gelen ekibin eğitimciler olmasının da payı vardı. İlk olarak Ahıskalılar’dan oluşan bir sınıfı ziyaret ettik. Bu grup bu sene gelen öğrencilerdi ve sırf Gürcüce öğreniyorlardı. Bizlere bir jest olsun diye de yeni gelen Ahıskalı bir öğrenci, daha yeni öğrenmiş olan kırık dökük Gürcücesi’yle bir şiir söyledi. Pek bir şey anlamadık ama alkışladık. Sadece şiirin içerisinde tekrar-tekrar geçen “Meshlebi” diye bir tabirden Meshlerle ilgili bir şiir olabileceği düşüncesini doğurdu bizde. Onlar, “bize gönderdiğinin öğrencilerle iyi ilgileniyoruz”un mutluluğu içerisindeydiler âdeta. İçimizden, “Acaba bizler bu öğrencilerle ne kadar ilgileniyoruz?” diye geçiremeden de edemedik elbet. Daha sonra ise programa geçtik.

Yukarı program dediğimiz meğer Rektör beyin odasında toplantı şeklindeymiş. Gidince gördük. Ciddi bir ortam hâkimdi. Üniversite basını başta olmakla yerel basından da katılanlar vardı. Üniversite sekreteri Üniversite kabul aşamasıyla ilgili yaklaşık yarım saat sunum yaptı. Sonrasında ise soru-cevap faslıyla devam etti. Sonunda toplu resimle toplantımızı da nihayete erdirdik. Artık yavaş-yavaş ayrılığın kokusu gelmeye başlamıştı. Öğle yemeğini kaldığımız otelde yedikten sonra Tiflis’e doğru yol aldık. Yolda Azğur Kalesi ve Borjom’u da ziyaret etmeyi ihmal etmedik elbet.

Azğur, Ahıska’nın 22 km. uzaklığında “Ahıska - Borcom Anayolu” üzerinde yer alıyordu. Azğur Nahiyesi’nin meşhur “AZĞUR KALESİ” Ahıska’nın kuzeyinde yüksek bir tepe üzerinde yerleşmekte ve bir kısım köyler kuş bakışı gözükmekteydi. Azğur Kalesi ise her ne kadar tamire muhtaç durumda olsa da karlı bir havada görülmeye değerdi. Meşhur Seyahatnamesinde Kale’nin özelliklerinden bahseden Evliya Çelebi; “Azğur Kalesi’nin Gürcistan’da yapılan ilk kale ve İskender Zülkerneyn’in yapısı olduğunu yazmaktadır. Ahıska’ya bağlı kale’nin yüksek bir tepe üzerinde dörtgen şeklinde olduğunu bildiren seyyah, kıble taraftan kapısının olduğunu bildirerek kale hâkiminin ağa ve onun da 200 askeri olduğunu, kalenin dayanıklı ve sağlam inşa edildiğini, şehirde cami, han ve hamam, 40-50 dükkân olduğunu da yazmaktadır.” Azgur aynı zamanda “Ahıskalı Abdullah Efendi, Ömer Faik Numanzade” gibi âlim ve aydınların yetiştiği Nâhiyedir.

Akşamüzeri artık Tiflis’teydik. Günün yorgunluğu üzerimizde vardı ama olsun, tatlı bir yorgunluktu. Tiflis’te, yaklaşık bir aydı birlikteliğimiz devam eden, kendilerine bayağı bir alıştığımız eğitimci hocalarımızla bir sonra ki daha güzel programlarda buluşmak temennisiyle vedalaştık. Bir taraftan ayrılığın hüznünü yaşarken diğer taraftan da programı güzel bir şekilde yola vurmanın ve dahi “sâlimen gelip, gânimen gitmelerinin” mutluluğunu yaşıyorduk.

Son alarak “İNSANLARIN EN HAYIRLISI İNSANLARA FAYDALI OLANIDIR” diyor, bizlere bu kutlu yolda her türlü desteği veren kurum ve kuruluşlara; hâsseten en başından programın resmi prosedürünü takip eden Yahya KEMALOĞLU hocamıza; programı yakînen takip eden, maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen Aziz Mahmud Hüdâi Vakfı yöneticilerine, özellikle de Ahmed TURANLI ağabeye; program esnasında eğitimcilerimizle ilgilenen Hamza AHMEDOV, İskender OSMANOV, Halil SARVAROV, Bayram KOÇALİYEV kardeşlerimize ve isimlerini sayamadığımız diğer dostlara teşekkürü bir borç biliriz.

EVET, “HER SON YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR…”

NİCE FAYDALI PROGRAMLARDA BULUŞMAK TEMENNİSİYLE…