“Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.”
(Bakara, 187)
“Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olanıdır.”
(Ebû Dâvud, Nikâh, 32)
“Dini terbiye vermeden evlat yetiştirmek,
sobada yakmak için ağaç yetiştirmek gibidir.”
(Musa TOPBAŞ [k.s.])
“Anne okuldur. Onu iyi yetiştirdiğinde,
temiz (ahlaklı) bir toplum yetiştirmiş olursun.”
(Hafız İBRAHİM)
AİLENİN ÖNEMİ, AİLEYİ OLUŞTURAN EVLİLİK NEDİR VE NASIL KURULMALIDIR?
En son ve en mükemmel dinimiz olan İslâm, her fırsatta evliliği telkîn etmektedir. “Evlilik geçici duygular ve imkânlar üzerine değil, ‘İMAN’ ve ‘AHLAK’ güzelliği üzerine kurulan bir müessesedir, bir yuvadır.” Prof. Dr. Vehbi VAKKASOĞLU evliliği tarif ederken şöyle diyor: “Evlilik kutsal bir müessesedir. Evlilik gönül işidir. Evlilik kalıba karşı kalıp değil, kalbe karşı KALP bulmaktır.” Yüce Rabbimiz kur’ân-i kerîm’de konu hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187)
“Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı.” (Nahl, 72)
“Sizden bekâr olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin. ‘EĞER BUNLAR YOKSUL İSELER, ALLAH ONLARI LÜTFUYLA ZENGİNLEŞTİRİR.’ Allah, lütfü geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Nur, 32.)
Yalnızlık ve teklik Allah’a mahsustur. Çünkü yüce Rabbimiz bir ve tek olmayı sadece kendisine has bir keyfiyet kılmış ve bu itibarla bütün varlıkları çift olarak yaratmıştır. Şairin ifadesiyle:
“Yalnızlık Allah’a mahsus,
Her canlı bir arkadaş arar…
Taşın kalbi yok derler ama
Onu da yosun sarar…”
Evlilik, kişinin dinî hayatını en güzel şekilde yaşaması ve koruması için son derece lüzumlu bir müessesedir. Bu sebeple evlenirken dindar, güzel ahlâk sahibi eşleri seçmek ve dindar bir âile kurmaya çalışmak îcab eder. Zîrâ huzurlu bir âile yuvası kurabilmek için, İslâm’ın eş seçiminde ortaya koyduğu kâidelerin özünü, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle ifade buyurmaktadır:
“Kadın dört şeyi, yani malı, güzelliği, soy-sopu ve dindeki kemâli için nikâhlanır. Siz dindâr olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!” (Buhârî, Nikâh, VI. 123; Müslim, Radâ, 53)
Âilenin en güzel tarafı gönül meyveleri olan evlatlardır. Kişinin hanımı ve çocuklarıyla huzurlu bir hayat sürdüğü âile yuvası, âdeta bir cennet köşesidir. Öte yandan evlilik, hem bedenî bir ihtiyaç, hem de mânevî gelişimin esaslı bir zeminidir. Zira evlilik, nefsânî arzuları meşrû ölçü ve gâyelerle idealize ederek hayırlı nesillerin yetiştirilmesine vesîle olur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) konuyla ilgili hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olanıdır.” (Ebû Dâvud, Nikâh, 32)
“Kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan alıkoyar ve iffeti en iyi şekilde korur…” (Buhârî, Savm, 10)
“Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimi uygulamayan benden değildir. Evleniniz. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (İbn Mâce, Nikâh, 1)
Son olarak bu bahsi tebessümle taçlandıracak olursak çocuk dedesine sorar:
“- Evlilik güzel midir dede?”
Dedesi;
“- Güzeldir oğul, güzel… Hem hayat yoldaşın derd ortağın olur.”
Çocuk:
“ - İyi de, benim derdim yok ki dede!?” deyince.
Dedesi:
“ - EVLENİNCE O DA OLUR OĞUL, O DA OLUR!” diyerek Nasreddin hoca misali hikmetiyle çocuğu ikna eder. Demek ki, derd veren Rabbimiz peşinen dermanını da veriyor. Bizim vazifemiz ise bu kutsal müesseseyi Hakkın rızasına uygun bir şekilde devam ettirmektir.
BAŞLICA ÂİLEVİ VAZİFELERİMİZ
Hiç şüphesiz ki insanoğlu sosyal bir varlıktır. Sosyal varlık olan insanın da âile hayatı kaçınılmazdır. Dolayısıyla âile hayatını toplumsal varlığın bir başlangıcı olarak kabul etmemiz gerekir. İslam’da âile teşkilatı çok önemlidir. Âile fertleri, başta zevç ile zevceden ve bunların çocuklarından ibarettir. Tabii ki, bunların da karşılıklı bazı görevleri vardır. Bu görevleri maddeler halinde Ömer Nasûhî BİLMEN Hocanın Büyük İslam İlmihali’nden de yardım alarak şu şekilde özetleyebiliriz.
A) KOCANIN BAŞLICA VAZİFELERİ: Zevcesi ile güzel geçinmek, onu korumak, onun nafakasını (geçim ihtiyaçlarını) karşılamak, kendisine doğruluktan ayrılmamaktır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerde şöyle buyrulmaktadır: “Sizin hayırlılarınız, kadınları için hayırlı olanlarınızdır.” “Kadınlara ancak kerim olanlar ikram eder, kötü olanlar da ihânet eder.” Bu anlamda âyeti kerîme de yüce Rabbimiz “KAVVÂM” tabirini kullanır ve “erkeklerin kadınlar üzerinde yöneticisi ve koruyucu olduklarını” belirtir. Adalet timsâli Hz. Ömer ise şöyle buyurur: “Erkek hanımıyla çocuk gibi olmalı ama evin idaresinde adam gibi olmalı.”
B) KADININ BAŞLICA VAZİFELERİ: Kocasının dine uygun olan emirlerini tutmak, onun namus ve şerefini korumak, bulunduğu hâle kanaat etmek, israftan kaçınmak, ev hanımı olacak bir şekilde bulunmaktır. Bir âile olarak mutlu yaşamın yolu budur. Zira her kadın bir annedir, annelik ise başlı başına bir mekteptir bir okuldur. Bu anlamda Mısırlı şair Hafız İBRAHİM anneliğin bir toplum için ne kadar önem arzettiğini şu şekilde vasfeder: “Anne okuldur. Onu iyi yetiştirdiğinde, temiz (ahlaklı) bir toplum yetiştirmiş olursun.” Bilge Hâkim Aliya İZZETBEGOVİÇ de “İhmal edilmiş ve mutsuz bir âile, Müslüman halkların yeniden doğuşunu başlatacak ve başarılı bir şekilde devam ettirecek OĞUL ve KIZLARI büyütemez.” diyerek âilenin bir toplumu inşa eden küçük bir o kadar da önemli bir birim olduğunu belirtmektedir.
C) ÇOCUKLARIN ANA-BABALARINA KARŞI BAŞLICA VAZİFELERİ: Onlara saygı gösterip itaat etmektir. Kendilerinin hayatına sebep olan, kendilerini yıllarca sevgi ve şefkatle kucaklarında beslemiş bulunan ana-babalarına karşı “ÖF” (İsra, 23) bile demeleri caiz değildir. Ana babasına bakmayan, onların dine uygun emirlerini dinlemeyen, onların ihtiyaç zamanlarında yardımlarına koşmayan bir çocuk, hayırlı evlat olma şerefinden yoksun kalır, toplum içinde yararlı olmaktan çıkar, hem de Yüce Allah'ın azabını hak etmiş olur. Babalar saygı bakımından, analar da yardım bakımından önde gelirler. Bununla beraber ananın hakkı babadan iki kat fazladır. Bir hadis-i şerifte buyrulmuştur: “Cennet anaların ayakları altındadır.” Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına ve analarına değil, onların ölümünden sonra onların dostlarına da saygı gösterir ve mezarlarını ziyaret ederler. Çünkü bu saygı da, ana-babaya hürmet kısmındandır.
Ç) ANA-BABANIN ÇOCUKLARINA KARŞI VAZİFELERİ: Dünyaya gelmelerine sebep oldukları bu yavrularını güçleri yettiği kadar beslemek, terbiye etmek ve okutup bir kazanç yoluna koymaktır. Baba ile ana, çocuklarına karşı eşit hareket etmeli, onları okşamak ve gözetmek hususunda eşit tutmalıdır ki, bir kırgınlık ve bir çekememezlik duygusu meydana gelmesin.
Ana ile baba, çocuklarına yumuşak davranmalı, kendilerini isyana götürmeyecek şekilde onları terbiye etmeye çalışmalı ve onlara karşı güzel bir fazilet örneği olmalıdır. Dokuz yaşına giren çocuklarını yataklarından ayırmalı, on üç yaşına girdikleri zaman namaz kılmayan çocuklarını hafifçe dövmeli, evlilik çağına giren çocuklarını da bir engel yoksa evlendirmeye çalışmalıdır. İyi çocuklar, Allah’ın birer kıymetli ihsanı demektir.
AİLE’DE ÇOCUK EĞİTİMİ
Öncelikle şunu hiçbir zaman unutmayalım ki; “Doğurmak annelik, doyurmakta babalık olmaz.” Yine unutmayalım ki; “Çocuğun eğitimi anne karnında başlar, âile ve okulda ise devam eder.” Bu anlamda çocuklarımızdan anne merhametini, baba şefkatini de hiçbir zaman eksik etmemeliyiz. Aksi takdirde çocuk, anne ilgisi, sevgisi ve şefkatindeki eksiliği bir ömür buyu dolduramaz. Nitekim “İnsan ekmekle doyar, emekle büyür ama sevgiyle yaşar, sevgiyle hayata tutunur.”
Evet, “Her çocuk gerçekten özeldir.” Bize düşen ise bu özel çocuklara özel muamelede bulunmaktır. Şu da acı bir gerçektir ki; günlük telâşe ve koşturmaca da maalesef çocuklar ikinci, hatta üçüncü plana itilmektedir. Sonradan fark ettiğimiz de ise artık iş işten geçmiş oluyor. Bugün âileleriyle yeterince zaman geçiremeyen çocukların eksik büyüdükleri bilinen acı bir gerçektir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) konuyla ilgili hadis-i şeriflerinde bizleri uyararak şöyle buyurmaktadır:
“Çocuklarınızı iyi eğitin ki yüce Allah sizleri affetsin.”
“Kimin çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.”
“Çocuğu topraktan ayırmayınız, toprak çocuğun baharıdır.”
“Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz.”
İlmin kapısı Hz. Ali (r.a.) ise:“ Çocuklarınızı kendi çağınıza göre değil, onları kendi zamanlarına göre yetiştiriniz.” “Çocuklarınızla yedi yaşına kadar oynayınız, on beş yaşına kadar eğitiniz, on beşten sonra onlara da bir şeyler danışınız.” buyurarak çocuk eğitimine vurgu yapmaktadır.
Şunu da özellikle vurgulamak isteriz ki, çocuklarımızı eğitirken “MİLLÎ ve MÂNEVÎ DEĞERLERİMİZE” sâdık bir şekilde yetiştirmemiz gerekir. Bunun da başlıca yolu “NİNNİLER”den geçer. Çocuklarımızı uyuturken “Dandiri dandiri dastana, / Danalar girdi bostana” gibi ruhu bizden olmayan ninnilerle değil, ecdâdımızdan bizlere tevarüs eden ninnilerle uyutmamız icap eder. Ecdadımızdan bize tevârüs eden ninnilerden birisine misal verecek olursak: “Yattım sağıma, döndüm soluma, sığındım Sübhânıma, Melekler şâhid olsun, dinime imanıma. Kalkarsam Allah, kalkmazsam âmentübillah.” diye biten (maalesef unutulmaya yüz tutmuş) muhteşem ninnilerimiz var. Ecdadımızdan bize intikal eden lâkin bugünlerde unutulmaya yüz tutmuş “bizi biz yapan” nice ninnilerimiz mevcuttur. Toplumun inşâsı için bu ninnilerin de ihyâsı elzemdir.
Şu da bir gerçektir ki; çocuklar da 2-6 yaş arası soru(n)ların (niye, nasıl, neden, niçin?) çok olduğu yaş aralığıdır. Dolayısıyla yöneltilen bütün sorulara âzâmî derecede cevap vermek sorumluluğumuz dâhilindedir. Bu yaş aralığında zaman-zaman evler dağıla bilir ve duvarlarda da resimler çizilebilir. Bunu da anlayışla karşılayıp çocukları doğru yönlendirmemiz icap eder. Unutmamalım ki; “Çocuk büyütürken evi temiz tutmak, kar hâlâ yağarken kapının önünü temizlemek gibidir.” Toplumumuzu yeniden inşa/ihya etmesi hasebiyle Türkiye’nin ağabeyi ve muhtarı olarak bilinen Fethî GEMUHLUOĞLU: “bizler veledşâhi bir âileyiz” der ve yaramazlık yapan çocuğa kızan anneye şöyle der: “Kızım şimdi yapsınlar. Büyüyünce yapmasınlar.”
Ayrıca çocuklarımıza zaman zaman sorumluluklar yüklemeliyiz. Ki, bu da Nebevî bir eğitim metodudur. Sorumluluk duygusu konusunda ne yapmamız gerektiğini maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz.
- Çocuklarımıza ufak sorumluluklar yüklemeli, bu anlamda bazı şeyleri onlara da danışmalıyız.
- Bu sorumlulukları gerçekleştirmede onlara yardımcı olmalıyız.
- Başarılı durumlarda muhakkak ödüllendirmeliyiz.
- Tek başına bir şeyler yapmasına fırsat vermeliyiz.
- Bazen işlerimizde onlardan da yardım istemeliyiz.
- Çocuklarımız yemek sofrasını kurmamıza yardım etmek isteyebilir. Bundan hoşnutluğumuzu, yardımdan zevk duyduğumuzu belirtmeliyiz. Böylece çocuklarımızın başka konularda da yardımcı olma isteğini kamçılamış oluruz.
Konumuz acısından bu tespitte çok mühim olduğu için burada zikretmek isteriz: “Günümüzde toplumun yüz karası sayılan; sefiller, şerliler, anarşistler, ayyaşlar, morfinman ve esrarkeşler dün terbiyesinde ihmâl gösterdiğimiz çocuklardır. Bilmem ki, bu günkü ihmallerimiz yüzünden, yarın sokaklarımızı ne türlü nesillerin dolduracağını hiç düşündük mü?” Unutmayalım ki, “Bir milletin geleceğini görmek için müneccim ve ya muvakkit olmaya gerek yoktur, o milletin çocuk ve gençlerinin ne işle meşgul olduğuna bakmamız yeterde, artar da…” Bu mânada uçurumun kenarında olan çocuklarımızın elinden tutmak her birimizin üzerine bir vazifedir. “Bir gülfidanı nasıl suya, havaya, ışığa ve toprağa muhtaç ise; çocukta sevginin şefkatin, karşılıklı saygının olduğu ‘mutlu bir aile toprağına’ muhtaçtır.”
MEDYA VE TEKNOLOJİNİN AİLE VE ÇOCUKLAR ÜZERİNDE Kİ ETKİSİ
Özellikle şunu vurgulamak gerekir ki, teknolojiyi kullanmak kötü bir şey değildir ama kullandığımız teknoloji maksadını aşarsa (ifrat-tefrit muvazenesi önemli), yani bizi kullanır hale gelirse o zaman sonucuna katlanmak zorunda kalırız. Meşhur Fizikçi Albert EİNSTEİN: “Korkarım ki bir gün teknoloji, insan etkileşiminin önüne geçecek ve aptal bir nesil ortaya çıkacak.” diyerek bu mânada bizleri adeta uyarmaktadır. Bugün geldiğimiz noktaya bakıldığında bu tespitin tahakkuk ettiğini maalesef müşahede etmekteyiz. Zira teknoloji girdabında can çekişen gençliğimiz bunun en bariz misallerindendir.
Yeri gelmişken şunu da vurgulamak isteriz ki; dün medeniyeti bizden öğrenen Batı, bugün bize Medeniyet (!) öğretir hâle geldiyse, bunun tek suçlusu yine biziz. Yani cehâletimiz. Suçluyu başka mahâlde aramak abesle iştigâldir. Adeta “Kapıyı kapattık bacadan girdiler, / Gün geçtikçe muratlarına erdiler.” Başka bir ifaderyle: “Çanakkale’den giremeyen düşman çanak anten ile bizi adeta istila etti.” Bu anlamda her gün akşama kadar, hatta yat(a)sıya kadar çocuklarımızın izlediği Batı’dan ithâl “ÇİZGİ (!) FİLMLERİ” fazla değil, sadece 10 dakika beraber izlememiz meseleye vâkıf olmamız açısından yeter de, artar da... Şöyle ki; “Ben örümcek adamım” diye kendisini pencereden atmaya kalkışan, “örümcek adam gibi neden duvara tırmanamıyorum?” diye “SİNİR KRİZİ GEÇİREN” çocukların varlığından maalesef hepimiz haberdarız artık. İlla da çocuklarımıza bir şeyler anlatılacaksa (ki, anlatılmalı) kendi kültürümüzde var olan kahramanlarımızı anlatmalıyız. Kendi çocuklarımızı kendi kahramanlarımızla yoğurmalıyız.
Evet, bizler hikâye (kıssa-hisse meselesi), menkıbe kültürünün devamcılarıyız, hayal dünyamızda kendi kahramanlarımızı kendimiz kurgularız. Televizyon kültürü ise sonradan ithâl, bizleri yönetme adına altın tepside sunulmuş bir melânettir maalesef! DİKKAT VE RİKKATLİ OLMALI, ESİRİ OLMAMALI AKSİNE ESİR ALMALIYIZ. Kısaca ifade edecek olursak: “Bağlanmayacağız öyle körü-körüne... Başka bir ifadeyle; bağlı olacağız amma bağımlı olmayacağız...”
Bütün bunlara rağmen elbette ki, bu konuda umutsuzluk ve ye’se kapılmak bir müslümana yakışmaz. Mehmet Akif’ ERSOY’un ifadesiyle; “Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan; / Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.” Dolayısıyla “bizi biz yapan değerlere” yeniden dönebilmemiz için lazım gelen “her kesin mes’ul olduğu şey ile meşgul olması,” başka bir ifadeyle “ehl-i derd” olması icap eder. Usûlî’nin ifadesiyle: “Ehl-i derd ol, ehl-i derd ol, ehl-i derd, ol ehl-i derd, / Ey Usûlî’den su’âl edip tesellâ isteyen.”
Ey Müslüman kardeşim!..
Tarihine bak!..
Medeniyetine dön!..
Deniyet, bedeniyet, mâdeniyete kapılma!..
Kültürüne sahip çık!..
Çocuklarına geçmişini, ecdâdını öğret!..
Televizyon seni değil, sen TV’yi yönet!..
UNUTMA Kİ, KUMANDA SENİN ELİNDEDİR...
Şairin ifadesiyle:
“TOPLUMU MİLLET YAPAN, TOPLUMUN KÜLTÜRÜDÜR,
KORUNMASI GEREKEN, KÜLTÜRÜN HER TÜRÜDÜR...”
MEDENİYET “KURMUŞ” VE MEDENİYET “KORUMUŞ” BİR ECDÂDIN AHFÂDI (TORUNU) OLAN SEN, TİTRE VE KENDİNE GEL!..
Netice itibariyle, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi; bir milletin geleceği olan çocuklar Batı’dan ithal çizgi filmlerle değil, kıssa ve menkıbelerle yani kendi kahramanlarıyla uyutulmalıdır. Özellikle de meş’ûm darbe sonrası birçok menkıbelerimiz ve kahramanlarımız var olduğu halde hâlâ çizgi filmlerle uyutulan (unutulan) çocuklardan da ebeveynler sorumludur.
TV MAHSULÜ BATI TARZI BAZI KIYAFETLER
Biraz da “TV Mahsulü Batı Tarzı Kıyafetler” üzerinde durmak istiyoruz. Şuna özellikle dikkatinizi cekmek isteriz ki; “üzeri yazı dolu kıyafet almadan önce bir daha düşünmeliyiz!” Son günlerde sosyal medyada dolaşan hâşâ “No God, No Religion - Allah Yok, Din Yok.” ibaresi bu konuda gelinen en son noktadır. Bu gibi kıyafetlerin namaz esnasında giyilmesi ise bir başka garabet. Ne dediğimizden ziyade ne giydiğimiz daha önem arzeder. Hele birde Müslümanız diyorsak daha dikkali olmalıyız. Bu konuda “TEMSİL” olmadan “TEBLİĞ” yürümez. “Evvela temsil, sonra tebliğ” demiş büyükler.
Esefle belirtmek isteriz ki, Batı “KIYAFET” konusunda bizleri “KİFAYET” kadar kendisine benzetmiş durumdadır. Hatta farkında olmadan bile kendimizi bu “CEREYANIN / HEZEYANIN / HEYECANIN” içinde bulduk. Buna da “BİLİNÇ ALTI YÖNLENDİRMESİ” diyerek avuttuk kendimizi. Sen ki bilincini verirsin, onlar da altını yönlendirir tabii ki... Oysaki Peygamber Efendimiz; “KİM BİR KAVME BENZERSE, O DA ONLARDANDIR” buyurmuyor mu? “SU TESTİSİ SU YOLUNDA KIRILIR” misali “SAMİMİ OLALIM Kİ, SAMİMİ DE ÖLELİM. Aksi halde sadece kendimizi kandırmış oluruz.
Evet, birçok şeyin akıllısını (!) icat ettiler. Dünyayı kurtardık derken bu sefer insanı kaybettik, yani insanlar robotlaştı. Şairin ifadesiyle:
“DÜNYAMIZI YAMADIK YIRTARAK DİNİMİZDEN,
DİN DE GİTTİ DÜNYA DA GİTTİ ELİMİZDEN…”
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Düşünülmesi gereken başlıca soru ve sorun şudur; “NEREDE HATA YAPTIK, NEYİ KAYBETTİK?” Nerede hata yaptık bilmiyoruz ama NEYİ KAYBETTİK? derseniz; görerek öğrenen, yani göz medeniyetin çocukları olarak “GÖZ MEDENİYETİMİZİ” kaybettik. Meşhur “Dua” şiirin de Yüce Rabbimize:
“Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah'ım!” diye müracaat ve munâcaât eden, şâir Arif Nihat ASYA bu gerçeği şöyle dile getirir: “Biz abdest almayı, tarifle veya okuyarak öğrenmedik, abdest alanlara su dökerek öğrendik.”
UNUTMAYALIM Kİ; “Çocuklar anne - babalarının sözlerini değil, ayak izlerini takip eder.” Bu anlamda bir milletin geleceği olan “çocuklar” ve “gençler” kesinlikle hafife alınmamalı hatta bozuk para gibi harcanmamalııdır.
Son olarak “imhâ olmuş geçmiş ihyâ olmadan gelecek ‘inşâ’ ol(a)maz” diyor ve “DU” mahiyetinde ki şu şiirle bitirmek istiyoruz:
“Yüce Rabbim, şu karanlık yolları,
Bizi sana ulaştıran yollar et!..
İhtirasla kilitlenmiş kolları,
Birbirini kucaklayan kollar et!..
Muhabbetin gönlümüzde hız olsun,
Güttüğümüz Hakk'a varan iz olsun,
Önümüzde uçurumlar düz olsun,
Yolumuzda dikenleri güller et!..
Dalâletle bırakıp da insanı,
Yapma arzın en korkulu hayvanı;
Unutturma doğruluğu, vicdanı,
Bizi sana lâyık olan kullar et!..”
(Orhan Seyfi ORHON)