Bir önce ki yazımızı da “BORCOM ZİYARETİYLE AHISKA’DA İLK GÜNÜMÜZ SONA ERDİ” diye nihayete erdirmiştik. Diğer iki yazımızın devamı olan bu yazımızda ise Programımızın esas amacından mevzu bahis edeceğiz. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi sebeb-i ziyaretimizin başlıca amacı, “aynı coğrafyayı paylaşan ecdadın evlatları arasında dostluğu ihyâ etmekti.” Bundan dolayı da AGB yönetiminin de zaman zaman ifade ettiği gibi projenin serlevhası; “GEÇMİŞTEN GELECEĞE UZANAN DOSTLUK KÖPRÜSÜ” idi.
DOSTLUK VE KÖPRÜ… Köprünün iki ayağını temsil eden ise aynı duyguları paylaşan öğrenciler… Öyle derya Hz. Mevlana; “AYNI DİLİ KONUŞANLAR DEĞİL, AYNI DUYGULARI PAYLAŞANLAR DAHA İYİ ANLAŞABİLİRLER.” diye…
Evet, “aynı duygular” paylaşıldıktan sonra çözülemeyecek hiçbir şey yoktur dedik ve bu maksatla 30 Kasım 2015’te “SAMTSKHE-JAVAKHETİ DEVLET ÜNİVERSİTESİ KONFERANS SALONU”nda, Üniversite’nin Öğretim Görevlileri başta olmakla “GÜRCÜ VE AHISKALI ÖĞRENCİLER”in bildirilerini dinlemek üzere bir araya geldik. Üniversite Rektörü Prof. Dr. Merab BERİDZE rahatsız olduğu için programa katılamamıştı. Moderatörlüğü ve tercüme işini ise Türkçesi gayet güzel olan, Prof. Dr. Roin KAVRELİSHVİLİ yürütüyordu. Rektör adına açılış konuşmasını yapan Üniversite Öğretim Görevlisi “esas amacımızın öğrenciler arasında ilmi münazara, küreselleşen dünya’da ortak yaşam prensiplerinin ortaya koyulmasıdır.” dedi ve şöyle devam etti; “bu nedenle programımızın ismi olan “Geçmişten Geleceğe Uzanan Dostluk Köprüsü,” tam bizim amaçlarımızla örtüşmektedir…” Sonrasında ise sözü Roin Bey aldı ve programın sunum kısmına geçildi.
Roin Bey giriş cümlesinden sonra “DOĞUDA İLK SÖZ MİSAFİRE VERİLİR” diyerek ilk konuşmacı olarak sözü, Ahıskalı Gençler Birliği Başkanı Orman ULFANOV kardeşimize verdi. Teşekkürle konuşmasına başlayan Orman ULFANOV kardeşimiz de burada bulunmamızın temel sebeplerinden bahisle şöyle devam etti: “İletişim çağında yaşıyoruz. Başlıca gayemiz gençler arasında ki en temel problem olan iletişimsizlik problemini çözmek ve bu konu da elimizden gelen her şeyi seferber etmektir. Çünkü bizler geçmişte beraber yaşayan bir toplumun torunlarıyız. Dolayısıyla aramızda ki iletişim sorununu yeniden ihya etmeliyiz.” Daha sonra ise AGB’nin işlevlerinden bahsederek konuşmasını bir daha teşekkür ederek, daha güzel projelerle bir araya gelmemiz temennisiyle sona erdirdi…
Sonra ise söz Gürcü öğrencilerden İngilizce Bölümü 4. Sınıf öğrencisi Ana MURADAŞVİLLİ’ye verildi. Girişi “İngilizce” yapan Ana, daha sonra Gürcüceyle devam etti. Konuşmasına “Gürcü Atasözü”yle giriş yapan Ana, şöyle devam etti; “‘Damarları kanla doludur’ atasözü biz öğrenciler için söylenmiştir. Öğrencileri yenilikler korkutmaz. Yolumuza çıkan yeni engeller de korkutmamalıdır.” Sonrasında ise farklı aktivitelerden bahseden Ana, sunumunun sonunu bize de jest olsun diye “Çok teşekkür ederim” diyerek “Türkçe” bitirdi. Evet, “İNGİLİZCE giriş, GÜRCÜCE devam ve TÜRKÇE son...”
Üçüncü konuşmacı olarak AGB Başkan Yardımcısı “Orhan FAİK” kardeşimiz söze başladı. Konuşmasına “Burada kaldığımız sürece ‘GAMAR COBA,’ ‘DİDİ MADLOBA’ gibi kelimeleri de öğrendik.” diye latife yaparak başladı ve “GELEGEĞİ ORTAK İNŞA EDELİM” sunumuyla sözlerine şöyle devam etti; “Burada kaldığımız sürece çok güzel karşılandık ve ağırlandık. İki yıl önce temeli atılan projenin bugün artık hayata geçtiğini görmekteyiz. Bu bir daha bizim ne kadar güzel şeyler yapabileceğimizin bir göstergesidir. Bu proje aynı zamanda Gürcistan’dan Türkiye`ye eğitim almak için gelen dostlarımıza pusula olacak. Yani onlar artık Türkiye`ye geldiklerinde yurt, eğitim seçimi gibi problemlerle karşılaşmayacaklar. Çünkü onların bizim gibi Türkiye’nin her bir ilinde desteği olan dostları olacaktır.” Daha sonra ise bazı eğitim sorunlarından bahsederek; “bunu beraberce çözüme kavuşturabiliriz” diyerek sözlerini teşekkürle noktaladı…
Yaklaşık iki saat süren karşılıklı sunumlar, ortak noktalardan yola çıkılarak “neler yapabiliriz” etrafında devam etti. Bizden dört, Samtskhe-Javakheti Devlet Üniversitesi öğrencileri tarafından ise üç bildiri sunuldu. Gayet güzel ve verimli geçti. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “Ortak değerlerden” bahsedildi. “Öğrenci değişimi, ortak yaşama kültürü, eğitim ve yurt sistemi” derken, öğlene doğru programımızın bu bölümü sona erdi.
Öğleden sonra ise Üniversitenin konser salonunda “Samtskhe-Javakheti Üniversitesi Folklor Ekibi” tarafından “KAFKAS DANSLARI” konseri verildi ve şarkılar söylendi. Programımızın bu bölümüne “Azerbaycan Ahıska Türkleri Vatan Cemiyeti Başkanı” İbrahim MEMMEDOV muallim de iştirak ederek yeni bir renk kattı. Bundan sonra ki günlerde de program boyunca bizleri yalnız bırakmadı, bizimle beraber oldu…
Folklor gösterileri başlığı altında düzenlenen program yedi dakikalık bir slâyt gösterisiyle başladı. Slâytta ise Gürcistan’ın görmeye değer tarihi yerleri ve Tarihi Kaleleri yer almaktaydı...
Mezkur konsere, Azerbaycan’dan gelen Samtskhe-Javakheti Üniversitesi’nde hazırlık bölümünde eğitim gören otuza yakın öğrenci de katılmıştı. Konser sonrası jest olsun diye bizler de önce koro şeklinde Gürcüce (cilveloy) şarkı söyledik sonrasında ise halay çektik. Üniversitenin folklor ekibi öğrencileri ve diğer yeni gelen Ahıskalı öğrencilerden de bir kısmı halaya eşlik etti…
Konser ve folklor gösterileri sonrası “Ahıska (Akhaltsikhe) Rabat (Ribât) Kalesi”ne doğru hareket ettik. Kaleye girmeden önce Rabat veya Ribât kelimesi hakkında bilgi verecek olursak; Arapça bir kelime olan Ribât, “güçlendirilmiş,” “güçlendirilmiş kale” anlamına gelmekle beraber, aynı zamanda “sınır boylarında ve stratejik mevkilerde askerî amaçlı müstahkem (sağlam) yapılara verilen addır.” Çıldır, nâm-ı diğer Ahıska stratejik bölge olması hasebiyle 20’den fazla Rabatıyla da meşhur bölgelerdendir.
Ahıska Rabat Kalesine giderken hava gayet güneşli, güneşin batmasına ise yaklaşık iki saat kalmış idi. Kaleyi ziyaret edip akabinde köylere geçecektik ama deyim yerindeyse kalenin ihtişamı bizi çarptı adeta. O ihtişamdan bir türlü kendimizi alamadık. Geç olduğu için de köyleri iptal etme mecburiyeti doğdu…
Evet, nice savaşlara şahitlik etmiş “AHISKA KALESİ” ve “AHMEDİYE CAMİİ”ne doğru koşar adımlarla ilerliyorduk. Nice savaşlara şahitlik etmişti dedik… O savaşlardan bir tanesini ve Ahıskalıların kahramanlıklarını John F. BADDELEY, “Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil,” isimli eserinde şöyle tasvir etmektedir: “Kendi mahallî liderleri tarafından yönetilen Ahıskalılar, çok savaşçı ve korkusuz, enerjik insanlar olarak ün salmışlardır… Rus kuvvetleri, Ahıska’yı kuşatmaya başladılar… Bu insanlar, Ruslara gülerek kendilerine olan güvenlerini şu şekilde açığa vuruyorlardı: ‘Siz gökyüzündeki ay’ı Ahıska’nın camisindeki hilâlden çok daha kolaylıkla sökebilirsiniz!..’ Genç ihtiyar şehir halkı büyük bir cesaretle savaştılar.” Belki de bu yüzdendir ki; 1944 Sürgün öncesi Stalin, Bölge halkının ne kadar cesur ve savaşçı olduğunu bildiği için, onların samimiyetinden de istifade ederek “Alman ordularının gelme ihtimaline karşı sizi bir kaç haftalığına bölgeden uzaklaştıracağız” hilesi ve yalanıyla sürgün ederek bölgeyi “Türk” nüfuzundan tahliye etmiştir.
O masum insanların torunları olarak artık “Muhteşem Kale”nin içindeydik... Hemen herkes kalenin ihtişamı karşısında dona kalmıştı. Nemli gözlerle etrafı süzüyorduk. Stratejik bir mevkide bulunan Ahıska’nın, önemli kalelerinden birisiydi KAL’A-YI AHISKA.
Tarihçilerin de teyit ettiği gibi; “Ahıska, stratejik ve ticari konumda olup Osmanlı yolunu Kafkaslara ve Orta Asya’ya” açmaktaydı. Nitekim önemi dillere destan Ahıska’yı şöyle tasvir ediyordu XVII. Yüzyıl meşhur seyyahı EVLİYA ÇELEBİ; “Taş bir kale, kale içinde 1100 kadar toprak ev, pek çok cami, hamam, medrese ve han.” Mimari eserler arasında ise; “AHMEDİYE CAMİİ, MEDRESE ve SEBİLİ BİR KÜLLİYE”yi saymaktaydı...
Önemine binâen burasını biraz daha açacak olursak; Türk mimarlık şaheserlerinden birini teşkil eden AHMEDİYE CAMİİ, Ahıska Atabekleri’nden HACI AHMET PAŞA tarafından 1749’da Ahıskalı ustalara “İSTANBUL SELÂTİN CAMİLERİ” örneğinde yaptırılmıştır. 1828 Ahıska Felâketi sonrası Ruslar tarafından, Camii’nin “ak minaresi” sökerek kiliseye çevrilmiş, içindeki kütüphanede bulunan ARAP, TÜRK ve FARS dillerinde çeşitli ilmi eserlerin bütünü Sankt-Petersburg’daki imparatorluk kütüphanelerine nakledilmiştir. 14 Kasım 1944 Ahıska Sürgünü sonrası ise camii maalesef müzeye çevrilmiştir. Hâlen de müze işlevini devam ettirmektedir…
Ahmediye Camii’nin mimari özelliklerinden bahsedecek olursak; “Camii’nin duvarları yonulmuş taşlardan olup kubbesi kalın direkler üzerindedir. Bu direkler geniş bakır halkalarla bağlanmıştır. Kubbenin en yüksek kısmında içi kurşunlanmış altından ay ve yıldızlar vardır…” Camii Gürcistan yönetimi tarafından restore edilmiş 16 Ağustos 2012’de dönemin Cumhurbaşkanı Mikhail Saakaşvili’nin; “Akhaltsikhe/Ahıska Gürcistan’ın en önemli tarihî ve turistik merkezi olacaktır. Çünkü burası Avrupa’nın en iyi yerlerinden biridir” ifadeleriyle görkemli bir şölenle açılmıştı ama ne yazık ki, tarihi Ahmediye Camii yine minaresiz görünümüyle ziyaretçilerini karşılayacaktı…
Şunu da hatırlatalım ki; tarihi eserler bir milletin “mührüdür” aynı zamanda... Tarih sahnesinden geçerken “Mezar Taşları”yla, “Camii” ve “Kitabeleri”yle “İZ BIRAKAN” bir toplum, kolay-kolay unutulamaz, unutturulamaz… Bunun içinde bir milletin kültürünü yansıdan eserlere saygı duyulmalı, yok edilmemelidir düşüncesindeyiz…
Evet, Ahıska Kalesi’nin “Ahmediye Camii” olan kısmına biletle girdik. Merdivenleri yukarı çıkarak sağ taraftan ilerlemeye devam ettik. Tarihi Camiye yaklaştıkça heyecanımızda giderek artmaktaydı. Hemen herkes fotoğraf makinelerine sarılmış o tarihi yerleri resmediyordu. Sağ taraftan kale dibiyle ilerlerken “Mezar Taşları Kitabeleri”ne rastladık. Daha önceleri Camii civarında olan bu kitabeler muhtemeldir ki, restore sonrası kale duvarlarının dibine nakledilmişti. Okumaya çalıştık ama maalesef birçoğunun tarih kısmı ya bozulmuş ya da kırılmıştı. Kasıt var mı bilemeyiz ama kırık dökük de olsa hâlâ muhafaza edilmesi sevindirdi bizleri. Soldan ilerleyerek Ahmediye Camiine doğru yol aldık...
Evet, tam ihtişamıyla “Ahmediye Camii” önümüzde. Sanki “daha önceleri neredeydiniz” dercesine bakıyordu… Sarı kubbesiyle “KUBBET’ÜS-SAHRA”yı hatırlatsa da, müze olması hasebiyle “AYASOFYA”yı hatırlattı bizlere... Tek şartla ki; bunun minaresi de yoktu… Ecdadın secde ettiği Camii’yi bizden ayakkabılarla ziyaret etmek mecburiyetinde kalmıştık maalesef. Yavuz BAHADIROĞLU’nun Ayasofya için söylediği şu tespit geçti zihnimizden: “AYASOFYA’YA GİRERKEN AYAKKABILARINIZI ELİNİZE ALIN!.. AYASOFYA’DA AK ŞEMSEDDİN, FÂTİH SULTAN MEHMET HAN VE ŞANLI ORDUSUNUN SECDE ETTİĞİ YERE ‘AYAKKABIYLA’ BASILMAZ, BASAMAYIZ, BASMAMALIYIZ.” Ayakkabılarımızı açıp çoraplarla mı girmemiz gerekiyordu bilemeyiz ama bildiğiz tek şey vardır ki; medeniyetimizde Kutsal Mekânlara, özellikle de Camilere ayakkabılarla girilmez. Heyecanımıza sayalım ve devam edelim…
Camiyi pûr dikkat incelemeye koyulduk. Herkes sanki kaybettiği bir şeyleri arıyordu. Birden gözümüz camii girişi kapı üzerine takıldı. Kapı üzerinde kitabe (yapılış tarihi) olması gerekiyordu ama ne yazık ki yoktu. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Paskeviç tarafından minaresi sökülen Camii’nin maalesef kapı üzerinde ki kitabesi de kazınmış vaziyetteydi. Bizim medeniyetimizde kitabesiz Camii olmayacağına göre çok aradık ama bulamadık ne yazık ki… Bu durum karşısında “HAZİNE AVCILARI” filminde ki şu satırlar geçti zihnimizden: “…İstersen tüm bir jenerasyonu ortadan kaldır. İstersen evlerini yerle bir et. Bir şekilde yeniden çıkarlar karşına. Ama insanların eserlerini yok edersen, tarihlerini yok edersen, o zaman hiç var olmamış gibi olurlar. Havada uçuşan küller gibi.” Üzüldük ama şunu da unutmadık ki; “güneş balçıkla sıvanmaz.” Arnold J. Toynbee’nin ifadesiyle “Kültür dokuz canlıdır.” er ve geç bir gün yeniden yüze vuracaktır…
Evet, Hacı Bektaş-i Veli’ce; “Sevgi varken nefret niye, / Adalet varken, haksızlık niye? / Dostluk varken düşmanlık niye?” dedik, daha yeni temelleri atılan dostluğumuzun ebedi olmasını temenni ederken bir daha anladık ki dünya’da en kolay şey yıkmakmış meğer. Bu hali Milli Şairimiz Mehmet Âkif ERSOY ne güzel nazmeder:
“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir,
Onu en çolpa herifler de emin ol becerir…
Sade sen gösteriver ‘işte budur kubbe’diye,
İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye (Ahmediye)…
Ama gel kaldıralım dendi mi heyhât o zaman,
Bir Süleyman daha lazım yeniden bir de Sinan…”
O gün geç saate kadar Ahıska Kalesinin her tarafını karış-karış dolaştık. Kimse ayrılmak istemiyordu adeta. Kalenin uç noktasından mahzun gözlerle gâh “Ahmediye Camii”ne, gâh da “Tren Yolu”na bakarak derin hayallere dalan kardeşlerimiz de yok değildi. Son bir kes alıcı gözlerle kaleyi süzdük ve kaldığımız otele gitmek üzere oradan ayrıldık.
Akşam yemeği sonrası Otel’de “Ahıska’nın Vale Köyü”nde meskûn Seyfet Dedeyle hasb-i hâl ettik. 1925 doğumlu, 90 yaşlı Seyfet dede sürgün esnasında 19 yaşında olduğunu söyledi. Her şeyi bugünkü gibi hatırlıyordu. Kendi ifadesiyle “23 günlük tren yolculuğu”nu 23 dakikada özetledi…
Dedemiz o trajedik olayları anlatıyor biz gençler ise pûr dikkat dinliyorduk. O acı günleri anlatırken zaman-zaman gözleri doluyordu ama biz üzülmeyelim diye pek hissettirmemeye çalışıyordu. Ama yürek bu, nasıl dayansın bunca acı ve bunca ızdıraba… Tüm bu sıkıntılara rağmen dedemiz yine de “bütün olanlara ‘kader’ diyor, Rızaya râzılık” gösteriyordu…
Dedemiz bir an durakladı, bir süre gözleri ufka baka kaldı, üç-beş saniye bir şey söylemedi. Sanki o acı dolu günleri hatırlıyor, sürgün yılları bir şerit gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Sanki sürgünün müsebbibi o zalim Stalin’e: “Ne kendi etti rahat, ne halka verdi huzur, / yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehli kubur.” dercesine ufka bakıyordu… Dedemiz o yılları hatırlamama adına kendini zor tutarken, bendenizin gönlünden şu satırlar süzülüyordu:
Düşündükçe damarımda kanım donuyor,
Meğer ne merhaleler atlatmışız ya Rab!..
Büyükler adeta anlatmak istemiyor,
Kolay mı zannedersin? İstiyorsun zorlu bir talep!..
Tüm bunlar zihnimizi tırmalarken dedemiz sessizliği bozdu, kendisini pûr dikkat dinleyen bizlere hitap etmeye devam etti.
Hayatın her türlü yüzünü gördüğünü ifade eden Seyfet dede, her işte çalıştığını ama bir kez olsun kimseye el açmadığını da ilave etti. Bizlere nasihatte bulunarak “emeksiz kimseden ekmek istemeyin gençler!” demeye getiriyordu sözü… Dedemizden ayrılmak istemiyorduk ama yarın da erkenden kalkacağımız için nihayete erdirmemiz gerekiyordu… Ve böylece Ahıska’da ikinci günümüz de sona erdi…
Artık Aralık ayı, aralamıştı kapımızı... Ertesi gün, yani 1 Aralık 2015 tarihi sabahın erken saatinde “DEĞERLENDİRME TOPLANTISI” için, yine “SAMTSKHE-JAVAKHETİ DEVLET ÜNİVERSİTESİ KONFERANS SALONU”nda bir araya geldik. Bu sefer dün yaptığımız sunum ve görüşmelerin değerlendirmesini yapacaktık. Arkadaşlara teker-teker söz hakkı veriliyor, herkes toplantıya katkıda bulunmaya çalışıyordu. Katılan arkadaşların hepsi tek ağızdan memnuniyetini belirtiyor ve böyle projelerin “İlk ve Sonuncu Olmaması”nı temenni ediyordu. Program gerçekten güzel ve verimli geçmişti...
Öğlene doğru değerlendirme toplantımız sona erdi. Sonrasında ise bildirisi olan her katılımcı kardeşimiz “KATILIM BELGESİ” ile taltif edildi.
Anavatan Ahıska’dan ayrılacağımız saatler yaklaşıyordu artık. Dolayısıyla gönlümüz hüzünle dolmaya başlıyor ve şu mısralar süzülüyordu adeta;
“Yine hüzün çöktü gamlı gönlüme,
Soracak olursanız bu hüzün niye?..
Geldik gidiyoruz yine buradan,
Sabır ver, sen bize; Yüce Yaradan…”
İlk yerleştiğimiz “Kafkasya Oteli”nde öğlen yemeğimizi yedik akabinde ise alışveriş yapmak için “Ahıska Kalesine” nâzır merkezi bir yere geldik. Kimimiz “Anavatan’dan toprak götürsek olur mu?” diye sual ediyor, kimimiz de “Ahıska Kalesi” ve “Ahmediye Camii” maketini arıyorduk ama bulamadık maalesef. Başka yerde vardır dediler, zaman kaybı olur düşüncesiyle oraya da gitmedik.
Geri dönmek üzere otobüste ki yerlerimizi aldık. Artık ayrılıyorduk “Anavatan Ahıska”dan. Cengiz DAĞCI’nın ifadesiyle; “göklerden inen güneş, batı ufuklarını kızıla boyarken” bizler de, geldiğimiz Posof güzergâhı karlı olduğu için Batum üzerinden Türkiye’ye doğru yol aldık. Yaklaşık dört saat sonra sınırdaydık. Nedenini yine bilemedik ama bir kısmımız geçtik bir kısmımız ise “Gürcistan Sınır Kapısı”nda bir saat tevkif edildik. Pasaportlarımız toplandı bazı işlemler neticesinde bizler de sınırı geçerek derinden nefes aldık…
Artık “anavatan”dan “atavatan”a geçiş yapmış ve “Artvin Sarp Sınır Kapısı” çıkışı otobüsü bekliyorduk. Yaklaşık bir saatte otobüsü bekledik. Karadeniz kıyısı soğuktu ama “çaresizseniz çare sizsiniz” kavli kabilinden bu meseleyi de çözdük. “Peki ne yapalım?.. Halay çekelim” dedik, hemen işe koyulduk… Yakınımızda ki minibüs şoförünün de rızasını alarak “Halay” ve “Kafkasya” şarkılarını minibüs teybiyle seslendirdik. Ve “Halay Raksı” ağır-ağır başladı. Isınmamız için başka çaremiz yoktu çünkü… Hem eğlendik hem de eğlendirdik…
Etrafta ki herkes hayretle bakıyor ve “kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, iyi ki geldiğimizi” duyulacak sesle haykırıyordu. Kafileyi tanıtmak ise bendenize düşmüştü… Sınır Kapısında otobüslerini bekleyen bazı Trabzonlu teyzeler dahi bizlere eşlik ediyordu. Hatta jandarma da alkışta eşlik ediyordu. Doğrusu otobüsün gelmesini hiç istemiyorduk…
Ve otobüsümüz geldi… Hopa Belediyesinin ikramıyla yemeğimizi yiyerek Ankara’ya doğru yeniden yol aldık. 02 Aralık 2015’te öğlene doğru sağ salim Ankara’ya vardık.
Evet, “Ahıskalı Gençler Birliği”nin girişiminin bir eseriydi bu program… Başta “Bizim Ahıska Kültür Derneği” olmakla, finanse eden “Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı”na, programın ev sahipliğini yapan “Ardahan Üniversitesi ve Samtskhe-Javakheti Üniversitesi”ne ve gönül dostlarına teşekkürü bir borç biliriz…
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki oranın insanları bizleri beklediğimizin de ötesinde hoş ve güzel karşıladılar. Orada yaşayan Ahıska’lı ailelerin diğer azınlıklarla iç içe yaşadıklarını gözlemlememiz, bize ayrı bir sevinç vesilesi oldu…
NOT: HER MESELEYE DÂİR “BİR FIRÇA DARBESİ”YLE “DOSTLUK PORTRESİNİ” RESMETMEYE ÇALIŞTIK… KUSURUMUZ VARDIR ELBET!.. AFFOLA…