İlk yazımızda başkent Ankara’dan-Sınır Kapısına kadar ki girizgâh diyebileceğimiz bölümü ele almıştık. Kısaca özetleyecek olursak, mezkûr programımıza Ankara’dan hareketle başladık Kırıkkale, Çorum, Yozgat, Sivas, Erzincan, Erzurum ve Ardahan istikametini takip ederek yaklaşık 19 saat sonra “POSOF TÜRKGÖZÜ” sınır kapısına vardık.
Anavatan Ahıska’nın kokusunu yavaş-yavaş almaya başlamıştık. Her kes heyecanını yenmeye çalışıyordu ama nafile… Kendi aralarında; “geçen sefer vatana gelirken burada heyecandan biraz oturup istirahat etmiştim” diye konuşanlar dahi vardı. Dillere destan anavatan Ahıska’ya yaklaşmıştık. Dile kolay tam 71 sene; HASRET, HÜZÜN, ÇİLE, CEFA VE VEFA’YA KARŞIN VEFASIZLIK (BİVEFA)…
Bir an evvel sınırı geçip yolumuza devam etmek istiyorduk. Derken; meğer her şey bizim hesapladığımız gibi yürümeyeceğini yaşadıkça gördük. Hani derler ya; “sen saydığını say, gör felek ne sayar.” diye… Sınır kapısının Türkiye tarafında her hangi problemle karşılaşmadık, karşılaşmamız da ihtimal dışı zaten. Hatta orada görevli güvenlik ve polis ağabeylerimiz sınırı karşıya geçerken neler yapmamız gerektiğini sıkı sıkıya tembihliyordu. Ama nafile, deyim yerindeyse “ince eleyip, sık dokumamıza” rağmen yine de Gürcü sınırında tevkif edildik maalesef. Oysaki ne umutlarla gelmiştik. Gözlerde ki sevincin yerini yavaş-yavaş hüzün almaya başlamıştı. “SEBEPSİZ YERE SÜRGÜN EDİLEN ECDADIN, SEBEPSİZ YERE SINIRDA BEKLETİLEN TORUNLARI” olarak “var bunda da bir hayır” dedik ve çareler aramaya başladık. Çünkü bizler “her şeyde var bir hayır”ın inancı içerisindeydik. Tek tesellimiz ise şu hadis-i şerif idi: “Mü’minin hâli gıpta ve hayranlığa değer. Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” İnanmış olduğumuz değerlerin lütfettiği huzur ve teselliydi bu…
Herkes “mesul olduğu şeyle meşgul” idi. Bir an olsun umudumuzu kaybetmedik. Kendi aramızda asla pes etmeyeceğimizi hatta sabaha kadar hadi olsa sınırda bekleyeceğimizin sözünü verdik. Bu tablo bize “İslam Tarihi”nden sonu hayırla neticelenen “HUDEYBİYE ANTLAŞMASI”nı hatırlatıyordu. Evet, “Mevla görelim neyler, neylerse hayır eyler dedik” ve umutla beklemeye devam ettik…
Daha sonra ise içinde bulunduğumuz durumla ilgili haberler gelmeye başlıyordu. Başta DATÜB (Dünya Ahıska Türkleri Birliği) olmakla, Posof Belediye Başkanı, Kaymakamı, Valisi ve tüm yetkililerin bu işten haberdar olması ise bizi bir nebze de olsa rahatlatmıştı. Ahıska’ya geçemezsek dahi, her işimizle yakından ilgilenen büyüklerimiz ve arkamızda dağ gibi duran Yukarı Ahıska, Posofluların varlığı ise bize gurur veriyordu. Saatler akşam sekizi gösterdiğinde Posof Belediye başkanı ve Kaymakamı bulunduğumuz yeri teşrif ettiler. Posof halkı muallimiyle-muallemiyle, amiriyle-memuruyla, büyüğüyle-küçüğüyle herkes halimizden haberdar “acaba ne yapabilirim”in telaşı içerisindeydiler.
Evet, akşam dokuza kadar yaklaşık beş saat hiçbir suçumuz olmadığı halde sınırda bekleye kaldık. İçinde bulunduğumuz hâl haberlere de “DOSTLUK PROJESİNE GÜRCÜ ENGELİ” diye yansımıştı…
Gürcüler bu gece bırakmamakta kararlıydı. Her hangi bir açıklama da yapılmadı. Posof belediye başkanı Sn. Cahit ULGAR Bey; “üzülmememizi, kalacağımız yerlerin ayarlanmış olduğunu, bu geceyi Posof’ta geçirip yarın yeniden sınıra gelmemizin uygun olacağını” söyledi. Akşam dokuz sularında yeniden Türkiye’ye giriş yaparak artık Posof’a doğru yol aldık. Sınırı geçememenin burukluğu yaşasak da, tüm büyüklerimizin yanımızda olmalarının haklı gururunu yaşıyorduk. Tablo gerçekten gurur vericiydi. Herkes bizim için seferber olmuştu adeta…
Posof’ta Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin torunlarının yurdunda kaldık. Yurtta ki hocalar ve müstakbel hâfız kardeşlerimiz tarafından “Muhacir-Ensar Kardeşliği” idrakı içeçrisinde karşılandık. Bayan kardeşlerimiz ise başka bir yerde kaldılar…
Ertesi gün (29 Kasım 2015) erkenden kalktık. Kahvaltı sonrası Ahıskalı Gençler Birliği Başkan Yardımcısı Orhan FAİK kardeşimizin açıklamasıyla alkışlarla birlikte yemekhanede mutluluk rüzgârları esti. Orhan kardeşimiz “akşam geç saatlerde kendisini Türkiye’nin Gürcistan Büyükelçisi aradığını ve problemin çözüldüğünü” söyledi. Artık sınırı özel izinle geçecektik. Bu heyecan içerisinde hemen otobüste ki yerlerimizi almaya başladık. Dedik ya polisler dahi seferber olmuştu. Başka bir yerde kalan bayan kardeşlerimizin eşyaları “Polis Arabası”yla otobüse kadar geldi. Hayırdır, ne iş diye sorduğumuzda ise AGB Yönetiminden Ramazan NASİRLİ kardeşimiz;“Kanun namına yardım istedik, onlar da bizi kırmadılar.” diye latife yaparak mukabelede bulundu…
Yeniden sınıra doğru yol aldık. Yolda özel izinle giriş yapacağımızı, dolayısıyla daha dikkatli olmamız gerektiğini, bu saatten sonra yapacağımız her olumlu veya olumsuz hareketin Türkiye adına olacağını yetkili arkadaşlar sıkı sıkıya tembihledi. Yaklaşık yarım saat sonra yeniden sınırdaydık. Türkiye tarafını hızlı bir şekilde geçtik. Gürcistan sınırında ise Gürcü yetkili bir saat içerisinde sınırı geçeceğimizi söyledi. Bu açıklama sonrası derinden bir “OH” çekerek, bu samimi girişim sonucu bizleri mahcup etmeyen Rabbimize şükrettik.
Tüm bu yaşananlara rağmen yine “DOSTLUK KAZANMIŞTI.” Yaşananlar tarihe geçse de bize sorarsanız biz “HOR” değil, “HOŞ” gördük bunca yaşananları. Daha kötüsü de olabilirdi oysaki... Yine de bizi anlayışla karşıladıkları için başta Gürcü yetkililerine sonra da Gümrük yetkililerine müteşekkiriz. Şunu da hatırlatmak isteriz ki tam altı yıl önce de (26 Kasım 2009) aynı muameleyle karşılaşmış, o zaman da duygularımızı şöyle dile getirmiştik: “Sınıra vardığımızda hiç beklenmedik bir muameleyle karşılaştık. Gürcistan gümrük yetkililerine ısrarla öğrenci olduğumuzu ve de sadece Ahıska’yı ziyarete geldiğimizi söylememize rağmen, dört saat sınırında bekletildik. Çantalarımızın kontrolden geçmesi normaldi, ama üzerimizi de kontrol etmeleri hâliyle bizleri üzdü tabii ki. Hani derler ya: “beterin beteri var”, dört saat bekletilmemize rağmen oraları ziyaret imkânı sağladıkları için, yinede gümrük yetkililerine teşekkür ediyoruz…”
Evet, adalet yerini bulmuştu… Programımıza bir gün gecikmeli başlasak da “29 Kasım Pazar Günü” öğlene doğru sağ salim sınırı geçtik. Karşı da bizi güvenliğimiz nedeniyle tahsis edilen Polis Arabası (ESKORT) bekliyordu. Ana vatana artık dakikalar kalmıştı. Havası gayet temiz, yolda ki soğuk havalar ise yerini güneşli havaya bırakmıştı. Yeniden huzur ve sevinç bürümüştü hepimizi. Şairin ifadesiyle; “o gün çocuklar gibi şendik…”
Bismillah dedik, “Yüce Rabbim şu mukaddes yolları, / Ahıska'ya gidip, dönen yollar et! / İhtirasla kilitlenmiş kolları, / Bir birini kucaklayan kollar et!” diye dualarla yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Eskort eşliğinde “şairlerin uğruna şiirler yazdığı, “Anadolu’nun eşiği,” “İstanbul kilidi” dediği; “Damarlarımda akan kanımsın” diye tavsif ettiği Ahıska’ya doğru yol almıştık artık…
Kafilemizi ilk olarak Ahıska köylerinden, Seyfet Dede’nin meskûn olduğu “VALE” köyü karşıladı. Yol boyu Orhan Faik kardeşimiz Ahıska ve Köyleri hakkında bilgi veriyor, bizlerse her tarafı meraklı gözlerle süzüyor, sanki bir daha hiç gelmeyecekmişiz gibi resmetmeye çalışıyorduk. Oysaki amacımız dostluk köprüsünün temellerini atmak ve deyim yerindeyse bu köprünün her iki ayağını da pekiştirmekti…
Kalacağımız “KAFKASYA OTELİ”ne doğru ilerlerken gözümüz sağ tarafta ki tren yoluna sataştı. Otobüse sessizlik hâkimdi. Sanki herkes zaman tüneliyle 1944’de gitmiş, ecdadı o tren yolunu inşa ederken görüyorlardı. Evet, atalarımızın anlattıkları yerleri dünya gözüyle görüyor ve o meşum sürgün sahnesini zihnimizde tasvir ediyorduk. Ecdadın sürgün yılları bir şerit gibi gözlerimizin önünden geçiyordu. Sürgünün müsebbibi o zalim Stalin’e: “KARTOPİ (PATATES) SOYDUM, SOYAMADIM. / KAZANA KOYDUM, KOYAMADIM. / STALİN’İN GÖZÜ ÇIKSIN. / BEN VATANDAN DOYAMADIM” dercesine baka kalmıştık tren yoluna… Tüm bu çilelere göğüs gerek halkımız, o zalim yüzünden hayatın çarkında yok olup gitmedi, aksine daha da bilendi.
Hepimiz efkârlı, dalgın, nemli gözlerle ufka bakıyor ve atalarımızın anlattığı “KAVKAZ”ın o güzelliklerini temaşa ediyorduk. Kasım ayında bu kadar güzeldi acaba yazı nasıl olur diye de içimizden geçiriyorduk tabii ki. Orhan Faik kardeşimizin; “Arkadaşlar sol tarafta Ahıska Kalesini görüyoruz” demesiyle birden tüm otobüs sol tarafa dikkat kesildi. Tüm ihtişamıyla solumuzdaydı “KAL’A-YI AHISKA.” Kale’nin ihtişamıyla çarpılan İlgar SÜLEYMAN kardeşimin dudaklarından şu mısralar dökülüyordu: “Ahıska kalesi yüksekten bakar, / Kur nehri Ahıskam sinenden akar. / Senin garipliğin içimi yakar. / Damarlarımda akan kanımsın benim / AHISKAM, AHISKAM, AHISKAM BENİM.” Daha sonra yazmamız için ne kadar tekrar etse de bir türlü devamını getiremedi. Sanki o anlık söyletilmişti kendisine…
Sonrasında ise sürgünün gerçekleştiği “TAVARNI” denilen yeri de geçerek kalacağımız ve öğlen yemeğimizi yiyeceğimiz otele vardık. Yemeklerimizi Ahıskalı Aileler pişirmişti. Orada kaldığımız sürece de öyle devam etti. Zaten programımıza bir gün gecikmeli başladığımız için hemen yemeğimiz yedik ve “Osmanlı kaynaklarında ‘sengistan (taşlık arazi)’ olarak kaydedilen Ahıska Bölgesinin Doğu Gürcistan’a, oradan da Kafkaslara açılan bir kapısı” olarak bilinen “AZĞUR (ATSKURİ) NAHİYESİNE ve AZĞUR KALESİNE” doğru hareket ettik.
Ahıskalı Abdullah Efendi, Ömer Faik Numanzade gibi âlim ve aydınların yetiştiği Azğur Nahiyesi, Ahıska’nın 22 km uzaklığında AHISKA-BORCOM anayolu üzerinde yer alıyordu. Azğur Kalesi ise her ne kadar tamire muhtaç durumda olsa da görülmeye değerdi. Program boyunca bize eşlik eden Samtskhe-Javakheti Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi ve aynı zamanda Ardahan Üniversitesi Sözleşmeli Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Sn. Roin KAVRELİSHVİLİ, Kale’nin ilerleyen zamanlarda tamir edileceğini söyledi. Her ne kadar Rain Bey birçok savaşlara sahne olan Kale’nin “12. Asırlara ait olduğu tahmin edilmektedir” dese de, Seyahatnamesinde Kale’nin özelliklerinden bahseden Evliya Çelebi; “Azğur Kalesi’nin Gürcistan’da yapılan ilk kale ve İskender Zülkerneyn’in yapısı olduğunu yazmaktadır. Ahıska’ya bağlı kale’nin yüksek bir tepe üzerinde dörtgen şeklinde olduğunu bildiren seyyah, kıble taraftan kapısının olduğunu bildirerek kale hâkiminin ağa ve onun da 200 askeri olduğunu, kalenin dayanıklı ve sağlam inşa edildiğini, şehirde cami, han ve hamam, 40-50 dükkân olduğunu da yazmaktadır.”
Azğur Nahiyesi’nin meşhur “AZĞUR KALESİ” Ahıska’nın kuzeyinde yüksek bir tepe üzerinde yerleşmekte ve bir kısım köyler kuş bakışı gözükmekteydi. Otobüsten iner inmez çıkamazsınız dedikleri kale’nin, tam uç noktasına kadar çıktık. Manzara seyretmeye değerdi. Kaleye çıkma riskini göze alamayanlar ise aşağıdan izlemekle yetindi. Şair’in ifadesiyle: “Samtshe üç kaledir, unutmayınız, / AZĞUR, Hırtız, Tmogvi'dir biliniz. / Güzel bir yöredir gidip görünüz. / Oşora, Dzveli, Saro güzeldir!” Evet, gittik gördük. Şiirlere konu olacak kadar vardı. Programımızda “HIRTIZ KALESİ” de olmasına rağmen sınırda ki gecikmeden dolayı iptal edildi…
Kale ziyaretinden sonra zaman kaybetmeden Borcom’a doğru hareket ettik. Meşhur Borcom suyundan tattık. Yalnız, sağlığa faydalı olan bu suyu ilk içenin azacık içmesi gerekiyormuş. Biz bunu öncelikle şaka olarak kabul ettik ama yaşadıkça gördük ki meğer doğruymuş. Sonra 400 metrelik teleferik yolunu kat ederek yukarı çıktık ve Borcom’u 112 metre yükseklikten izledik. Manzara “anlatılmaz yaşanır” kabilindendi. İnişte arkadaşları beklerken 70 yaşlı Gürcü amcayla Rusça anlaştık. Kendisine Ahıskalıları tanıyor musunuz? sorusunu yönelttiğimiz de ise, “sen ne diyorsun biço” diyerek söze başladı ve Stalin’e verdi veriştirdi. Adama Ahıskalıları sorduk Stalin’le devam etti. “Maksat hâsıl olmuştur” dedik ve Borcom’dan ayrıldık. Borcom ziyaretiyle Ahıska’da ilk günümüz sona erdi…