azadzanavli @ hotmail.com

“20 Ocak 2017 Kanlı Ocak” sabahı vefat haberini aldığımız merhûm dedemizin (1932-2017) aziz hâtirasina... Rabbim "20 Ocak Şehidleri"ne ve Dedemize gani-gani rahmet eylesin!.. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn...”

Başlık hiç de yabancı değil elbet. “Ömür Dediğin” aynı zamanda “TRT Haber”de yayımlanan bir programın ismidir. Ahıskalı Mustafa HACIOĞLU dedemiz “Stalin zulmünü, ‘1944 Büyük Ahıska Sürgünü’nü ve Sürgün sonrası hazîn hayatını” bu program vasıtasıyla bir daha haykırmıştı sağır Dünya’ya. (Bkz: https://www.youtube.com/watch?v=VQJ3HgrYRco) İlk program izleyicilerin iyice dikkatini çekmiş olmalı ki, sonrasında ise aynı program ekibi “taş olsaydım erirdim, toprak idim  dayandım” diye çile dolu hayatını veciz bir şekilde ifade eden Ahıskalı Gülhanım Nene” ve eşi “Muhlis Dede”yi misafir etti. (Bkz: https://www.youtube.com/watch?v=PZAyFW-DhAQ&feature=youtu.be) Kelimelerin dahi ifade etmek de âciz kaldığı ızdırâp dolu bir hayat hikayelerinin “deryada damla misali” sadece bir kısmıydı bu anlatılanlar. Maalesefler olsun diye ifade edelim ki genel olarak “Ahısklalı  Türklerin” kaderi bu... Ne de olsa “kader, keder, kadar” aynı mânâyı muhteviymiş.

Aynı başlık altında kaleme aldığımız yazımızda ise yine aynı kaderi paylaşan başka bir Ahıskalı Türkün hayat hikayesi yer alacaktır. Şair’in:

“Ömür dediğin nedir, dalda bir kuru yaprak?

Bin sene de yaşasak son durak kara toprak.” diye ifade ettiği, bir kaç gün bundan önce ebedi aleme yolcu ettiğimiz merhûm dedemizin “Çile ve İbret Dolu” hayat hikayesi...

Evet, Merhûm dedem Feteli Ridvan oğlu DEDEYEV 1932’de Ahıska kazasına bağlı “ZANAV” köyünde dünyaya geldi. Doğduğu ve çocukluğunun geçtiği yıllar zâlim Stalin dönemiydi. Bu da SSCB’deki Türklerin en zorlu yılları anlamına geliyordu elbet. 1930’da Kolhoz sistemi daha yeni kurulmuş, devlet tarafından zenginlerin (Kulak) topraklarına el konuluyor derken,  mazlumların kanlarıyla yoğrulmuş Sovyetlerin hemen her tarafına açlık hâkimdi. Bu dönemde Stalin’in dikta siyaseti neticesinde binlerce insan açlıktan hayatını kaybetmiştir. Olayın vahâmetini görmemiz adına “EMEL; Fikir ve Kültür Dergisi”nin o yıllarda (1930-1933) neşr olunan  sayılarına bakmamız yeterlidir. (Kırım Türklerinin milli yayın organı olan Emel, 1930-1939 yılları arasında Romanya’da Osmanlıca (İslam Harfleri) yayımlanmıştır.)

 İşte böyle bir dönemde “çocuk olmak, çocukluğunu yaşayamadan büyümek, hatta çocuk yaşlarda aile yükünün sorumluluğunu yüklenmek” ise en zoru olsa gerek. 16 yaşında iş hayatına atılmış, kendi ifadesiyle “günlük bir avuç buğdaya” çalıştığı günler dahi olmuştu. Tüm bunlara rağmen hayatın en zor günlerini yaşamasına rağmen hiç şikayetçi değildi bu fâni dünya’dan. RIZÂYA RÂZI OLMUŞTU ÂDETA... Belki de bu yüzdendir ki dedemiz daha sonra gördüğü zorluklar karşısında hep şöyle derdi: “-Eee oğul, bizim gördüklerimiz karşısında bu ne ki. Şükür etmek lazım, şükür!..”

Kendisi “BÜYÜK SÜRGÜN”un canlı şâhitlerinden olmasına rağmen hayatta hiçbir zaman ye’se, umutsuzluğa düşmedi. Tanıyanlar da tasvip eder ki mücadele ruhlu birisiydi. Belki Necip Fâzıl KISAKÜREK’ın “ÇİLE” isimli eserini okumamıştı ama hayatta görmediği “ÇİLE” kalmamıştı. Her ne kadar o ızdırap dolu yılları hatırlamak istemese de, 2008 Ağustos’unda kendisiyle yapmış olduğumuz söyleşide Sürgünü şöyle tavsif etmişti: “sürgün öncesi eli silah tutan gençler savaşa gittiği için, vatanda (Ahıska) sadece kadınlar, çocuklar ve yaşlılar kalmıştı. Sabaha karşı askerler geldi ve her kesin dışarı çıkıp iki saat içinde hazırlanmasını emrettiler. Sonrasın da ise Studebeker isimli Amerikan arabalarıyla tren istasyonuna götürüp oradan da bütün halkı hayvan vagonlarına doldurarak Orta Asya’ya sürgün ettiler.” (Tamamı için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=cutiMsWwt-g&t=1s)

Sürgün  sorası Ahıskalı Türkler için en  zor yıllar 1944-1956 yılları arası olan olmuştur. Dedeyevler ailesi de diğer Ahıskalı Aileler gibi “Açık Hava Hapishanesi” diyebileceğimiz “Komendand Sistemli Askeri Bir Rejim”i Özbekistan’da geçirmişlerdi. (Ki, babam Alişan da 1952’de burada doğmuştu.) Stalin’in ölümünden sonra 1956’da “Demir Perde” diye telakki edebileceğimiz Sovyetler’de kısmen yumuşama olunca 1957 ve sonrası babası Rıdvan dedemizin ısrarı üzerine dedemler de Azerbaycan’ın şuan yaşadığımız Saatlı Bölgesine yerleşmişlerdir. Bu da “Sürgünlerden Sürgünlere Sürülen” Ahıskallar için yeni zor yılların başlangıcı demekti. Yine kendilerinin anlattıklarına göre ilk geldiklerinde adeta yılanlarla koyun koyuna yatıyormuşlar. Sonraları ise Bölgede Ahıskalı Türklerden oluşan köyler kurulmuştur.

Azerbaycan’a yerleştikten sonra sedirliği (reisliği) döneminde Mevlid Bayraktarov’la uzun müddet bir yerde çalışan merhum Cabbar Merdeli Oğlu ARSLANOV dedemiz Azerbaycan’a geliş serüvenini şöyle anlatıyor: “O zamanlar Khruşçev’in devri idi. Halk Mevlid BAYRAKTAROV’a okumuş olduğu için vatana dönüş mücadelesi hakkında ricada bulundu. Bayraktarov da bir kısım gâzi ve aydınlarla birlikte Moskova’ya gitti. Sovyetlerin konuya pek sıcak bakmadığını göründe Azerbaycan’dan tanıdığı bir arkadaşı (Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesinde çalışan İmam MUSTAFAYEV) diyor ki: ‘Siz şu denizi geçerek Azerbaycan’a gelin vatan yolu açılırsa oradan yürüyerek de gidebilirsiniz. Biz size her konuda yardımcı oluruz’ İşte öyle oldu geldik Azerbaycan’a yerleştik.”

Azerbaycan’da yeni kurulan mezkur Köylere, Sürgün edildiğimiz Ahıska’da ki bir kısım köylerin isimleri verilerek Ahıska hâtırası sürekli canlı tutulmaya çalışılmıştır. Hâlen yaşadığmız ve dedemizin de medfun olduğu köy, resmiyette “Nesimikend” olmasına rağmen halk arasında “Adigön” olarak bilinmesi, komşu köyümüz “Smadakend,” “Varhankend” ve Saatlı’nın hemen bitişiğinde yer alan Sabirabad’ın “Ahıska Köyü” bunlara misal teşkil edebilir. Bu yeni kurulan köyler daha sonra Ahıskalılar eliyle döneminin en parlak çağını yaşayacaktır. Nitekim herkes tarafından bilinen bir gerçektir ki; “Ahıskalılar, dilencisi asla olmayan, hatta el açıp dilenmektense, sahaya açılıp imrenmeyi yeğleyen” bir topluluktur. Köylerde sistem tam oturduktan sonra Sovyet Döneminde de dedem, köyümüzde (Nesimikend) uzun müddet brigadir (işçi başı) olarak çalışmıştır.

Torunları olarak bizler kendisinden hayata dair bir çok şey öğrendik. Her zaman kendi işini kendisi görme gayreti içerisinde olur, hiçbir zaman birisine buyur etmeyi sevmezdi. Bu onun hayat düsturuydu adeta. En basitinden “su küçüğün, sofra büyüğün (suyu küçük getirir, sofrayı büyük kurar)” olmasına rağmen “-su getir evladım” dahi demez, kendisi kalkar içer sonra da gelir yerine otururdu. Bunu yaparken bizlere fiili tavsiye vermekle beraber “kavli tavsiyeler”de de bulunur ve şöyle  derdi: “Evladım, her zaman anne ve babanızı yanınızda bulamazsınız. Her konuda kendi işinizi kendiniz görmeye çaçlışın. Sıkışırsanız o zaman onlardan yardım isteyin.”

Her ne kadar zamanın şartları gereği yüksek  tahsil yapamasa da çok kitap okurdu. Adaletiyle meşhur ve tarihte Hulefâ-yı Râşidinin beşincisi olarak bilinen Ömer bin Abdülazîz’i de okumuş muydu bilmiyoruz ama bu davranışları daha sonra bize Hayife-yi Âdil olan Ömer’i hatırlatacaktı. Şöyle ki; “Bir gece ona misâfir gelir. O bir şey yazıyordu. Misâfiri de yanında oturuyordu. Lâmbasının yağı azaldı. Sönecek gibi olmuştu ki Misâfir; ‘-Yâ Emir-el-müminîn! Kalkıp lambaya yağ koyayım mı?’ deyince; ‘-Misâfirine iş gördürmek, insanın mürüvvetine yakışmaz.” buyurdu. ‘-O halde hizmetçiyi kaldırayım mı?’ ‘-O da olmaz; daha akşamın ilk uykusundadır.’ Sonrasında ise Ömer bin Abdülazîz hazretleri kalkıp, lambaya yağ doldurdu. Misâfir bu hâli görünce hayretle: ‘-Ama, bu işi kendin yaptın, neden.’ deyince; ‘-Bu işi yapmaya giderken, Ömer’dim. Yaptım, bitirdim; yine Ömer’im. İnsanların Allah katında hayırlısı tevâzu sâhibi olanlarıdır.’ buyurdu.” Esas meselede bu gibi menâkıbdan ders almak değil mi?..

Merhum dedemizde kimseyi kırmadan  uyaran, “Hâtem-i Tâi misali” cömert, kendi halinde müfavazi hayat yaşayan orta halli birisiydi. Birilerine iyilik yapmayı gerçekten çok severdi. Hatta bundan hazzalırdı. Bu fâni dünyada “yetim başı okşamak, bir fakiri sevindirmek, bir gamlı gönle merhem olmak” kadar güzel bir şey olamaz elbet. Esas olanda:“Garip kuşun  yuvasını Allah kurar, / Garipleri kıranları Allah kırar.” idrakinde bir hayat sürmek değil mi?..

Son olarak merhum dedemizi bir daha rahmetle yâd ederken “Hitâmuhu misk” kabilinden “kendisinden öğrendiğimiz hayat düsturu mâhiyetinde bir kaç tavsiye” ile bitirelim:

“- Vatanı sevmeyen insan, insan değildir oğul!..”

“- Evde olan bir şeyi kesilikle dışarıda konuşmayın!..”

“- Başkalarının yanında ayhuriya (boşuna) konuşmayın!..”

“- Büyüklerin yanında ayaklarınızı uzatarak oturmayın. Büyüklere saygıda, küçüklere "sevgide" kusur etmeyin. Biz büyüklerden böyle gördük oğul!..”

“- Her nereye giderseniz gidin, etrafınızla güzel geçinin!..”

“- Okuyun adam olun. Bizler okuyamadık bâri sizler okuyun oğul!.. Bak okumazsanız ileri gidemezsiniz...”