orxanulfanov @ hotmail.com

 

Her sene olduğu gibi bu sene de Ahıska Türklerinin sürgün yıldönümü münasebetiyle TRT-AVAZ kanalında Sayın Yunus Zeyrek hocamız bir konuşma yaptı. Program sunucusunun bir sorusu üzerine, bu konularda yetkili bir kişi sıfatıyla cevap verdi; dedi ki, “Sürgün 15 Kasım sabahı başladı.” Hiçbir şey üretemeyenler, her zaman olduğu gibi bu cevabı da beğenmeyerek fitneye başladılar. Kaç günden beri sosyal medyada (başka nerede olabilir ki!) tozu dumana katmaktadırlar.

Birileri bahsettiğim programın videosunu kesip kitleyi istediği şekilde yönlendirmek çabasıyla adeta Yunus Zeyrek hocamızı hedef tahtasına koymaya yeltenmektedirler. Hâlbuki ki o programda Sayın Zeyrek o kadar önemli konulara değinmişti ki... Onlara kör ve sağır kalanlar sadece bir yere takılıp kaldılar.

Hele birisi, “15 Kasım diyenlere dur demek gerekiyor. Büyüklerimize saygısızlık etmesinler!” gibi yakışıksız ve boyundan büyük lâflar etti. Gel gör ki onun paylaştığı videonun altında bizzat sürgünü yaşayan birisi sürgünün tarihini söyledi ve sürgünün nasıl gerçekleştirildiğini anlattı. Fakat o da tatmin etmemiş olacak ki, ona da itiraz ettiler!

Bütün bunlardan sonra bu konuyla ilgili yani sürgün tarihi hakkında bir yazı kaleme aldım. Bu yazıyı da tabi ki, belgelere, sürgünü yaşayanların anlattıklarına ve hukukî değerlere dayanarak yazdım. Fikrimi beyan ederken de sürgün tanıklarının anlattıklarını ve konuyla ilgili yayımlanmış belgeleri bir arada değerlendirdim.  Zaten farklı açılardan yaklaşmak mantıksızlık olur. Bu nedenle de hepsine bir pencereden bakmak gerekir. Böyle bakınca da Yunus Zeyrek hocamızın belirttiği sürgün tarihinin doğru ve gerçek olduğu açıkça anlaşılır.

Öyleyse neyi ve niçin tartışıyorsunuz? Maksat lâf olsun, torba dolsun! Veya ortalık karışsın! Millet bölünsün. Yahu Allah’tan korkun, kuldan utanın, başka işiniz gücünüz yok mu? Siz niçin orijinal çalışmalar yapmıyor da uzun yılardan beri bu sahada çalışan bir insanın izleri üzerinde fırtına çıkarıyorsunuz?

Daha önce bu konuda yazdığım yazıda da belirttiğim gibi eldeki belgelere göre sürgün 15 Kasım 1944 sabahı başlamış ve halkımızın vatandan tahliyesi üç gün sürmüştür. Bu belgelerden biri, 28 Kasım 1944’de Beria tarafından Stalin’e gönderilen rapordur. Bu rapora göre sürgün 15 Kasım sabahı başlamış ve 18 Kasım’da sona ermiştir. Burada bir karışıklık veya bir çelişki yok. (Bu belgelerin tercümesi Yunus Zeyrek’in 2001 yılında çıkan Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri, 2006’da çıkan Ahıska Araştırmaları ve 2015’te çıkan Ahıska Gül İdi Gitti adlı kitaplarında yer almaktadır. Hatta bütün belgeler yine Zeyrek tarafından 13 seneden beri çıkarılmakta olan Bizim Ahıska Dergisinin 16. Sayısında (2009) Orhan Uravelli’nin tercümesiyle yer almaktadır. Zeyrek, 2006 yılında Avrupa Konseyi’ne verdiği raporda da bu bilgileri kullanmıştır. Yani onun bilgileri ve yazıları belgeler üzerinden gitmektedir.

Bu arada bir de belgede “tahliye” yazılmasına içerliyorsunuz! Ne yazılmasını bekliyordunuz? Sürgünü bizzat plânlamış ve gerçekleştirmiş olan Sovyet İçişleri Bakanı L. Beria, yaptığı melânete tahliye değil de sürgün ve soykırım mı diyecekti! Yani siz bunu mu bekliyordunuz?

*

Şimdi soğukkanlılıkla meseleye şöyle bakalım: 14 Kasım’ı 15’ine bağlayan gece her evden bir kişi çağrılmış, bir yere toplanan bu insanlara buralardan gideceklerine dair karar bildirilmiştir. Hazırlanmaları için birkaç saat süre verilmiştir. Bunlar gece yarısından sonra olmuş ve aceleyle/hızla hazırlanan halk, kamyonlarla sabaha kadar demiryolu boylarına taşınmıştır. Demiryoluna getirilen insanların hepsi hemen trene bindirilmemiş. Bir kısmı o sabah hareket eden katarlarla gönderildiği gibi kimi de akşama kadar beklemiş, akşam olunca vatandan ayrılmışlardır. Bu iş 18 Kasım akşamı giden son trenle tamamlanmıştır.

Sürgünü bizzat yaşayanların anlattıkları genel olarak bu şekildedir. Onlar açıkça, “Tren istasyonlarında hayvan vagonlarına bindirildik ve trenler 15 Kasım şafak sökerken hareket etmeye başladı.” diyorlar. 

Bir husus kaydetmek isterim ki, bazı köylerin çok uzakta olmasından dolayı o köyün insanlarını demir yollarına taşınmak için evlerinden daha erken saatlerde çıkarılmış olabilirler. Bunun yanı sıra birçok bölgede askerler keyfi olarak hareket edip evlere daha erken girmiş olabilir. Ancak insanlar genel olarak gece 12’den sonra evlerinden çıkarılmıştır. Ona göre ki, aile bireylerinden herkesin tarladan, çayırdan dönmüş ve evine girmiş olduğu anda yani insanların bir arada olduğu sırada ve ansızın yakalayarak evlerinden çıkarmak. Bu Kırım Türklerinde de aynı olmuştur. İnsanlar gece yarısından sonra evlerinden çıkarılmıştır. 

 Burada bir husus var ki, sürgünü yaşayanlar evlerinden çıkarıldığın anda takvim yaprakları 14 Kasım mı yoksa 15 Kasımı mı gösteriyordu fark edemezdiler.  Çünkü o kargaşada bunu fark etmek zordur. Zaten bazı insanlar evlerinden gece saat 12’den sonra yani takvim olarak 15 Kasım’da çıkarılmış olmalarına rağmen akıllarda 14 Kasım olarak kalması doğaldır. Buna sebep ise insanın biyolojik ritmidir. Yani bizler genel olarak gün doğmadan veya hava ağarmadan yeni bir güne geçtiğimizi varsaymıyoruz. Mesela gece 12’yi geçmiş olmasına rağmen ve takvim olarak yeni bir güne geçtiğimiz halde o gün yapacağımız bir iş için “yarın” diyoruz. 

İkinci bir husus ise bugün aramızda olan ve ya öteki dünyaya göçmüş olup sürgünü bize anlatanların sürgün esnasındaki yaşlarını da dikkate almak gerekir. Zira 17-50 yaş arası erkeklerin cephede savaşta olduğunu düşündüğümüz zaman geriye yaşlılar, çocuklar kalıyor ki, bize de sürgünü anlatanlar işte sürgün zamanı çocuk yaşta olan bu insanlardır. Bunların hepsi dikkate alınması gerekir. Bir de evlerinden apar topar çıkarılırken o esnada yaşanan vahameti de dikkate almamız gerek. Akıllarda 14 Kasım olarak kalmasına sebep bir diğer husus ise halkımıza söylenen  “Almanlar Türkiye üzerinden buralara hücum edecekler. O yüzden sizleri kısa bir süre için başka bir yere tahliye edeceğiz!” yalanıdır. İşte halkımız bu bölgelerden sürgün edileceğini 14 Kasım gecesi öğrenmiş olmalarıdır.  Kaldı ki, o sırada 19 yaşında olan bir hanım, Tiflis’te Ahıska ağzıyla Türkçe olarak basılan kitabının birkaç yerinde sürgün tarihini 15 Kasım 1944 olarak belirtmiştir. Şu cümle aynen ona aittir: “1944-ci yilin noyabırın 15-de maşinalar yola çixdi.”

Peki, neden trenlerin hareket tarihi sürgün tarihi olarak kabul edilmelidir? 

Ona göre ki, sürgünün fiili olarak başladığı an trenlerin hareket zamanıdır. Biz ifade ederken de “İnsanlar sürgüne gönderilmek üzere evlerinden çıkarıldılar.” diyoruz. Yani sürgüne gönderilmeleri için onların trenlere bindirilmesi ve trenlerin hareket etmesi gerekiyor. Dikkat edilirse sürgünü anlatan ana nesne de trendir. Yani sürgünün gerçekleştirilmesi veya filen uygulanması için gerekli olan araç! Diğer hususlar ki, sürgünün gerçekleştirilmesi için yapılan hazırlıklardır. Bu hazırlıklar da belgelerden anlaşıldığı gibi 1944 yılı 20 Eylül ile 15 Kasım arasında yapılmıştır. Mesela askerlerin 20 Eylülden itibaren 15 Kasıma kadar yavaş yavaş köylere yerleştirilmesi, Türkiye ile sınır bölgeleri kontrol altına alınması vs.  

Bazıları diyor ki, peki ya bütün yolculuk tren istasyonlarına taşınmak için bindirildikleri kamyonlar ile olsaydı o zaman da sürgün tarihi 15 Kasım mı olacaktı?  Açıkçası bu çok mantıksız bir soru. Bir kere insanların evlerinden çıkarılmasını sürgün tarihi olarak alınsa dahi yukarıda da belirtiğim gibi gece saat 12’den sonra olduğu için sürgün kamyonlarla gerçekleştirilseydi de sürgün tarihi otomatik olarak 15 Kasım oluyor. Ha iddia ettikleri gibi insanlar 14 Kasım akşam saatlerinde evlerinden çıkarılıp kamyonlara bindirilerek sürgün edilmiş olsalar ve ilk kamyonun hareket tarihi 14 Kasım olsa idi evet 14 Kasım sürgün tarihi olarak alınacak ve sürgünü anlatan nesne de kamyonlar olacaktı. Lakin belirttiğim gibi insanlar 14 Kasımı 15 Kasıma bağlayan gecenin yarısından yani 12’den sonra evlerinden çıkarılmış ve trenler 15 Kasım şafak sökerken hareket etmiştir.

Burada bir diğer husus ise Ahıska Türkeri’nin sürgünü aynı zamanda bir soykırımdır.  Bu soykırım ne zaman gerçekleştirilmiştir? Yani fiili olarak ne zaman uygulamaya başlamıştır? İnsanları hayvan vagonlarına bindirilmek suretiyle aç, susuz bir şekilde haftalarca yol gitmeye mahkûm edildikleri zaman. Trenlere bindirilip, trenlerin hareket etmeye başlayana kadar ki, bütün her şey soykırımı fiili olarak başlatmak için yapılan hazırlıklar ve görülen tedbirlerdir. Tabi bu anlattıklarım işin hukuki yanıdır. Bu hukuki boyut daha detaylı şekilde ele alınabilir. 

*

Bir de tabi Sayın Yunus Zeyrek hocamızın sürgün tarihi üzerine soruya verdiği cevap sonrası bu konunun üzerine yazılan talihsiz bir yazı var. Bu yazının başında deniliyor ki, “14 Kasım 1944 akşamı köylere gelen Sovyet askerleri tek tek kapıları çalıyor köy halkını meydana toplayarak Moskova’nın sürgün emrini halka duyuruyor. Birkaç saat mühlet veriliyor halk eşyalarını topluyor, köy meydanındaki kamyonlara bindirilerek Ahıska halkı merkez’e getiriliyor.” Yazının ortalarına geldiğimizde ise “Birkaç yıla kadar Yunus hoca ve yanındaki özellikle Orhan Ulfanov’un bu konudaki gerekçesi Sovyet resmi belgelerinde geçen 15 Kasım tarihi ve evlerinden 15 Kasımda çıkarılarak trenlere götürülen canlı tanıklar. Ancak unutulmamalıdır ki 16-17 ve 18 Kasımda da evlerinden çıkarılan canlı tanıklar var. O zaman sürgün tarihleri çoğalacaktır…” denilmektedir.

Burada bir çelişki var. Öyle ki, ilk önce Ahıska halkı 14 Kasım evlerinden çıkarılarak merkeze getiriliyor deniyor ama yazının ortasında geldiğimizde ise evlerinden 16-17-18’inde de çıkarılanların olduğu beyan ediliyor. Belirtmek isterim ki, insanlar 14 Kasımı 15 Kasıma bağlayan gece yarısından sonra evlerinden çıkarılıyor. Bu insanlar tren istasyonlarına taşınıyor ve sürgünün devam ettiği 15-18 Kasım aralığı sürecinde de istasyonlarda bekletiliyor.  Sürgünü anlatan tanıklar da bu şekilde beyan etmektedir!  Yine yazıda deniliyor ki “Daha birkaç yıla kadar Yunus hoca ve yanındakiler de sürekli 14 Kasımı sürgünün yıldönümü olarak anmışlardır. Hele Yunus hoca bir dönem Uluslararası Ahıska Türkleri Federasyonu başkanlığı yapmıştır. Bu dönemde bile 14 Kasımı kabul ederken birkaç yıldır neden 15 Kasım?…’’ Yazının bir başka kısmında yine aynı şekilde “Kaldı ki sene 2005. Ankara’dan Yunus hocadan yardımcısı Adem Ahıskalı tarafından bir yazı geldi. Fransızcaya çevrilmesi gerekiyordu. Bu yazıda bile 14 Kasım 1944 tarihi geçiyordu sürgün tarihi olarak. Yaptığımız bu yazışmalar Uluslararası kuruluşlarda hem de Yunus Zeyrek adı ile yerini aldı.”

2006 yılında tercüme edilen metin bende mevcut. Türkçesi Yunus Zeyrek tarafından yazılan ve Avrupa Konseyi’ne sunulan rapor Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça olarak yazılmış ve hepsinde 15 Kasım olarak yer almaktadır. Demek ki, bu dönemdeki uluslararası yazışmalarda da sürgün tarihi 15 Kasım 1944 olarak belirtilmiştir. Peki bu saptırmanın sebebi nedir?

Kaldı ki Yunus Zeyrek birkaç yıl değil 13 yıldır çıkardığı Bizim Ahıska dergisinin ilk sayısından son sayısına kadar olan bütün yazı ve makalelerinde 15 Kasım 1944 vurgusu yapmış ve sürgün tarihini 15 Kasım 1944 olarak yazmıştır. İkinci bir husus ise “Okumadım ama galiba Ahıska Araştırmaları kitabında da 14 Kasım yazıyor.” diyenler var. Okumadığın bir kitapta galiba diyerek bir iddiada bulunmak ayıp değil mi? Çünkü okuyanlar bilir ki, bu kitapta da sürgün tarihi 15 Kasım 1944 olarak belirtilmiştir. Hatta DATÜB sitesindeki Ahıska tarihi olduğu gibi Hoca’nın o kitabından aşırılmış, imzasız olarak konulmuş ve nedense 15 Kasım tarihi 14 olarak yazılmıştır! Yani nitelikli intihal, tahrifat… Kitabın 25. Sayfasındaki “15 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfasıdır.” cümlesi tahrif edilmiştir. Buna ne diyeceksiniz? Siz olsaydınız kim bilir ne yapardınız? Yunus Hoca sadece gülüyor!

Şurası açık ki bizim vatanımızın coğrafyası, tarihi ve edebiyatı Sayın Zeyrek’in edebî dille yazdığı yazılardan ibarettir ve herkes oradan almaktadır. Ondan başka edebi dille yazılan bir şey yok. Yüksek lisans, doktora tezleri ve internet yazılarına bakıyoruz, hep onun cümleleri, hatta yazı başlıkları bile…

Yunus Hoca diyor ki, “Ben 1977’de Taşkent’ten bir aileyle mektuplaşmaya başladım. 1990’dan itibaren yani Fergana faciasından sonra da Ahıska ve Ahıska Türklerini yazmaya başladım. İşte gazeteler ve dergiler ortada. Konuyla ilgili ilk kitabım da Almanya’da, Frankfurt’ta basıldı: Dünden Bugüne Ahıska Türklüğü. Ve onu takip eden diğer üç büyük kitap.”

Peki, siz ne diyorsunuz? Kimi yemeye kalkışıyorsunuz? Düşünün ki bugün yegâne periyodik yayınımız sadece Bizim Ahıska dergisi. Bu dergide Hoca hem kendisi yazıyor hem de Ahıskalı genç kalemlere yer veriyor. Fakat sizin sataşmalarınıza asla yer vermiyor, cevap da vermiyor. Bu dergi ABD’den Azerbaycan ve Kazakistan’a kadar Ahıskalıların yaşadığı bütün ülkelere gidiyor. Bu derginin çıkmadığını düşünebiliyor musunuz? Siz böyle bir dergi çıkarabilir misiniz? Sahi siz ne yaptığınızı düşünebiliyor musunuz?

Sayın Zeyrek’in 2001 yılında çıkmış olan “Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri” kitabında da sürgün tarihi olarak 15 Kasım 1944 olarak verilmiş lakin bir bölgede 14 Kasım geçmiştir. Birileri de bunu görüp sanki bir zafer kazanmış edası ile kendince bir şeyler yazıp çiziyor. Web’de dolaşan pdf’sine de baktık, bir yerde 14 geçerken beş yerde 15 Kasım denilmektedir. Her eserin ilk baskısında böyle hatalar olabilir, iş bu hatalar okuyucu tarafından fark edildiğinde bizzat eserin sahibine bunun nedenini sormasıdır. Eserin sahibi de ya bu kitabın bir sonraki baskısında ya da bu konu üzerine ele aldığı başka bir eserinde bu hatayı giderir. Kaldı ki Zeyrek’in bu kitaptan sonra Ahıska Türkleri üzerine iki kitabı daha çıkmıştır ve onlarda da 15 Kasım tarihi verilmiştir.

Neyse biz yine söz konusu yazıya dönelim. Yazının ilerleyen kısımlarında “14 Kasım 1944 sürgününden sonra 1957 yılında Sovyetler Birliğinde yurtlarından sürülen halklara getirilen serbestlikten Ahıskalılarda yararlanmışlardır. Ancak ilk resmi Vatana Dönüş mücadelesini 1966 yılından itibaren başlatan Ahıskalılar her yıl 14 Kasımı sürgünün yıldönümü olarak anmışlardır. Bu gelenek halen devam etmektedir.” deniliyor.

Ahıska Türkleri vatan dönüş için ilk müracaatları 1957 yılında Moskova’ya yapılmış ve dolayısıyla vatana dönüş mücadelesi de bu tarihten itibaren başlamıştır.  Hatta 1960 Temmuzu ile 1961 Şubatında birkaç yüz aile (tahmini olarak 245)  Ahıska’ya geçmek istemiş, lakin Gürcistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri Wasili Mzhavanadze tarafından geri çevrilmişlerdir. Bunun yanı sıra da 1964 Şubatında Taşkent'te yapılan Halk Kongresi yapılmış ve bu kongreye diğer sürgün bölgeleri de dâhil 600 civarında delege katılarak “Millî Hakların Müdafaası İçin Türk Birliği” kurulmuştur. Başkanlığına da Enver Odabaşev seçilmiştir.

Yani demek istediğim yazıda belirtilen 1966 yılına kadar birçok şey olmuş ve vatana dönüş mücadelesi başlamıştır. Yazıda aynı zamanda sürgünü yaşayanların ve vatana dönüş için önderlik edenlerin de 14 Kasım 1944 olarak bildiklerini ve öyle söylediklerini beyan ederek “Kendi sürüldükleri tarihi bilmiyorlar da 2016 yılına gelinmiş elimize bir resmi belge geçirmişiz, sürgün tarihimizi değiştirelim diyoruz.’’ deniliyor. “Dedelerimiz ve bu davaya önderlik edenler yanlış mı biliyorlardı.” gibi bir söz açıkçası talihsiz bir ifadedir.

Günümüz belge ve doküman çok önemlidir, iletişim de 1960’lara göre daha ileridir. Belirtilen şahsiyetler o sıkı rejimde, hangi şartlar altında bu işleri yapıyorlardı? Onların bugünkü gibi araştırma yapma imkanları yoktu. Eğer olsaydı emin olunuz bu doğruları onlar da tespit eder ve bunu kabul etmekten kaçınmazlardı. Kaldı ki, günümüz rivayetler devri değil.   

 Her yeri çelişki ve yalanlarla en azından yalan ve dayanaksız bilgilerle dolu bir yazı yayınlayıp gerçek, doğru bilgilerin üstünü örtmekle bir şey değiştirilemez. Böyle bir yazı kaleme alarak milleti yanlış bilgilendirmek büyük bir vebal ve ayıptır.  Bu halkın bilgili, kültürlü, ilim, bilim sahibi insanları var. Bu insanlar gerçekleri görmekte zorluk çekmez.  

 

Şimdilik yazımıza son verirken bir hususa daha işaret etmek isterim. Yunus Zeyrek hocamız yalnızca Ahıska Türkleri için değil Türk milleti için de önemli bir değerdir. Onun kendince hedef noktasına koyarak bir şeyler yapmaya çalışanlar bilmelidir ki, tarihe not düşenleri hiç kimse silemez. Hele hele bu millete 22 büyük eser veren, bunlardan ikisi İran’da Farsça yayımlanmış ve ayrıca 13 yıldır alanında tek olmakla Türkiye çapında da önemli bir dergi çıkaran, sayısız makaleleri olan, yine sayısızca konferansalar veren, uluslararası sempozyumlarda tebliğ sunan Yunus Zeyrek gibi önemli bir değeri... Bu yüzden bu gibi girişimlere son verilmeli. Bunu derken de eminim ki, bir elin parmak sayısını geçmeyecek kadar az bir grup var ki, tıpkı Ebu Cehil gibi önlerine ne türden bilgi, belge koysan, kanıtlar getirsen fayda etmez. Onlar kendi iddialarını tekrarlar ve bildiklerini okurlar. Öyle anlaşılıyor ki mesele 14 veya 15 meselesi değil! Öyle olsaydı canlı tanıklar ve resmî belgelerle tartışma biterdi.

Biz bu yazıyı onlara bir cevap olsun diye değil, bunların yaptığı bilgi kirliliğini ortadan kaldırmak için yazdık. İnsanlarımız, gerçekleri, doğruları bilmesi gerekir ve bu insanlarımızın hakkıdır. 

İşi kişiler üzerinden götürmek ayıptır. Bir cevherin varsa onu satabilirsin! İş kişilere kalırsa söylenecek çok şey çıkar.

Bilinmeli ki daha söyleyeceklerimiz var. Ama şimdilik bu kadar!

Orhan ULFANOV