Ahıska tarumar edildikten sonra bölgenin aydınları çoğu itibari ile kendi maarifçi faaliyetlerini Azerbaycan’da sürdürmüşlerdir. Aslında bu durum Ahıskalı Türklerin Kafkasya’da kendilerine en yakın kültür bağı olarak Azerbaycan halkını gördüklerinin bir göstergesidir. Çünkü Ahıska’daki mezalim ve katliamlar bölge halkına dost ve düşmanını iyi tanımasında belirleyici olmuştur: Ermeni yazar A. Lalayan’ın bölgede 1914-1918 yıları arasındaki yaşanan katliamları haçlı yürüyüşüne benzetmesi de tesadüfi değildi. Bu sebepledir ki, bölge aydınlarının Anadolu dışında yaşam alanı olarak tercih ettikleri mekan Azerbaycan olmuştu ve Azerbaycan maarifçileri arasında Ahıskalı meşhurlara da rastlamak mümkündü.  İlk maarifperver Azerbaycan kadınlarından biri de, Ahıskalı eğitimci yazar Şefika Muhammed Emin kızı Efendizade 1882 yılında Ahıska’ya bağlı Azğur köyünde doğmuştur. Henüz 14 yaşındayken kadın okulunda dersler vermiştir. Hacı Zeynalabdin Tagıyev’in desteği ile Bakü’de Müslüman kadın okulunda ana dili dersleri vermiştir. Şefika Efendizade yazar faaliyetine ise 1903’te “Şergi-Rus” gazetesinde başlamıştır. Daha sonra “Debistan, “Mekteb”, “Fukara Füyuzatı”, “Dirlik” dergileri ve “Açık söz” gazetesinde terbiye konusuna hasredilmiş makaleleri yayınlanmıştır. 1914’te “İki Yetim” adlı kitabı basılmıştır. 1923’te “Şerg kadını” dergisinde “Bedi edebiyat” şubesinin müdürü olmuştur. Şefika Efendizade 1959’da Bakü’de  vefat etmiştir.

         Ahıskalı aydınlardan Şefika Efendizade’nin çağımıza ışık tutan, günümüz gençlerinin zihin dünyasını şekillendirecek ve milli manevi değerlere sahip insan modeli hakkında çeşitli yazıları bulunmaktadır. O, Ahıskalı bir gencin hangi değerlere sahip olması mefkuresini en güzel biçimde öne süren bir yazardır. Bu bakımdan Şefika Efendizade’nin “Kardeş Kömeyi” dergisinde yazdığı “Kadın Sesi” yazısı çağdaş Ahıskalı gencimizin idrakine sunulacak en güzel yazılardandır.

 

 

 

 

                                ŞEFİKA EFENDİZADE

                          “KADIN SESİ”

Kemal efendinin ailesi, aslen Türk olup güzel bir milli terbiye almış olduğundan çok güzel geçinirlerdi.

Dışarıdan bakan, bu aileye gıpta ederdi. Aile içinde gerçek Türkçe ile konuşur, yaşantıları da nezaket ve incelik içerisinde, adet ve ananeleri de Türk usulündeydi.

Ailenin reisi Feride Hanım, evlatlarını milli ruh, milli terbiyede beslemiş, çocukluk dönemlerinden beri onların kemiklerine, damarlarına İslam kanını aşılamıştı.

Bu hanım, uzun süre Avrupa’da ikamet ettiği halde aldığı terbiyeden mi, emdiği sütten mi,  nedense yabancı dili mükemmel derecede, yabancı adetlerini çok iyi bildiği halde aile arasında yabancı dil konuşulmaz, ecnebi adetleri de uygulanmazdı.

Bir Türk, bu aile arasına düşseydi, çaresiz kendini Avrupa’da olduğunu unutup şark Müslümanları içindeki bir ailede zannederdi.

Feride Hanım, dostlarının, konu komşularının ailelerini, kendi ailesi gibi mutlu görmek istediğinden her vakit onlara bu yolda nasihat ederdi:

-Kızlarım! Nasılsınız? Keyfiniz nasıl? Milletin üyeleri olacak evlatlarınız nasıllar?

-Sağ olunuz iyiler.

-İyi olsunlar, var olsunlar, onların varlığıyla fahredeceğiz inşallah, kızım onları kendiniz mi terbiye ediyorsunuz?

-Evet…

-Aferin… aferin, böyle de gereklidir. Yabancı mürebbiyelerden evlatlarımızı yabancılaştırmaktan başka bir terbiye beklemek mümkün değildir.

Tabii herkes, terbiye ettiği çocuğa, kendi adetlerini sevdirmeye çalışır. Şimdiden küçük yaştan çocuklarımıza kendi milletimizi sevdirmeli, vazifelerini öğretmeliyiz. Çünkü onlar bizden iki kat hızlı ilerliyor. Biz geçmişin insanlarıyız, evlatlarımız istikbalin insanlarıdır. Biz faniyiz, bizi ölüm bekliyor. Yaşamak çocuklarımızın hakkıdır, onları vatan ve millet bekliyor. Bu yüzden vatanlarını, milletlerini sevdirmek her bir ana-babanın borcu ve en önemli vazifesidir.

Feride Hanım, oğullarından çok kızlarını okutmaya, milli terbiye vermeye çalışmıştır. Bunu gören bazı dostları,

-Feride Hanım! Kız evlatlarına bu kadar eğitim gerekli mi, işte bu kıza gereği kadar ilm öğretmişsiniz, gereğinden fazla terbiye etmişsiniz, yeterli değil mi? Derlerdi.

Feride Hanım onlara:

-Bundan sonraki istikbalimizin parlaklığı, gelecek günlerimizin sorumluluğu, ülkemizin ilerlemesi, bizim kucaklarımızda büyüyen kız yavrularıyla olacaktır, cevabını verirdi.

Bugünkü felaket, açıkça söylemek gerekirse, biz kadınlara aittir. Bakınız, medeni milletler ne diyorlar:

“Analar muallimlerin hakiki yardımcılarıdır.” 

Bir çocuk ilk terbiyesini anasının kucağında öğrenecek, vatan ve millet hislerini, yine oradan alacaktır.

Analar alemi, öyle bir alemdir ki, aile, millet, vatan, cemiyet, medeniyet, insaniyet, şefkat, merhamet gibi mukaddes şeyler hep o alemdedir, orada gelişir, büyür. Eğer kızlarımız medeniyetten, kültürden mahrum kalmış olurlarsa, o milletin hali ne olur?

Madem o büyük cemiyetin temeli, kökü kızlarımızdır. Madem ki, milletin her bir durumundan onlar sorumludur. Eğitimde de oğullarımızdan fazla kızlarımıza önem vermeliyiz.

Feride Hanım’ın beslediği fikir gayretinin anlaşıldığını düşünüyoruz.

İşte tam bir Müslüman kadın olan Feride Hanım’ın yetiştirdiği büyük oğlunun evlenme vakti gelmiştir. Feride Hanım canından fazla sevdiği evladı için kız seçmenin derdine düşmüştür.

Gece sabaha kadar gözüne uyku girmiyor, derin hayallere dalıyor, gündüzleri saatlerce düşünüyordu. Acaba Feride Hanım’ı bu kadar çok düşündüren şey neydi?

Nasıl bir kız seçmeyi düşünüyordu? Tabi ki, milli terbiye görmüş, milletini seven, milletinin yolu ile giden bir kız istiyordu.

Allah korusun ya tam tersi bir kız kısmet olursa…

İşte Feride Hanım’ı en çok düşündüren mesele buydu.

Eğer ecnebi terbiyesi görmüş bir kız kısmet olur da, asırlardır ana-babadan gelen gelenek körelip de yeni bir çığır açılırsa… İşte esas mesele de burada! Küçük yaştan beri damarlarında kökleşmiş adeti terk etmek kolay mı?

 

Feride Hanım, dünya görmüş, aklı başında, milletini seven bir hanım olduğundan her kesin hüsn-ü teveccühünü kazanmış, kendisini herkese sevdirmişi. Kimin bir problemi olsa, Feride Hanım’ın yanına gider ve onun fikrini alırdı. Oğullarını evlendirme konusunda fikrini soranlara o böyle nasihat verirdi:

-Bir kadın ne kadar güzel olursa olsun insanlıktan yoksunsa, çöl çiçeği gibi değersizdir. “Kadın” kelimesinin altında pek çok sorumluluk vardır. Onlardan en önemlisi; annelik, mürebbiyelik, dostluk, arkadaşlık, liderlik… Öyle değil mi?

Eğer bir kadın, ilim ve irfandan nasipsiz, sorumluluklarından habersiz, milli değerlerine kayıtsızsa, kendisine verilen görevleri hakkıyla yapamayacağı açıktır. Öylelerinin yetiştirdiği evlatlardan millete zarardan başka bir şey gelmez.

Çocuklar anadan çıplak dünyaya geldiği gibi düşünmek, anlamak, bilmek, konuşmak gibi şeylerden de mahrum olarak dünyaya gelir.

Bir çocuk gıdaya, ana sütüne nasıl muhtaçsa, dünyayı tanımak için de terbiyeciye öyle muhtaçtır. Mürebbiye de tabi anne olmalıdır. Çünkü dışarıdan hiçbir insan, ana gibi sadakatli olamaz. Demek ki, bir ana, hem sütü ile hem milli terbiyesiyle evladının hem anası, hem de mürebbiyesi olmalıdır.

Böyle olursa umulan netice elde edilebilir, bu sayede millet dirilir, ruhlar birleşir.

Bunun için gelin olacak kız hem dünyadan habersiz olmamalıdır, hem de kendi değerlerinden uzak sırf ecnebi terbiyesi görmüş olmamalıdır.

İlmiyle beraber milli terbiyesi de olmalıdır.

Feride Hanım, başkalarına böyle nasihatler verdiği halde evladına kısmet olacak kıza kimin nasıl bir terbiye verdiği düşüncesiyle güne başladı.

Giyinip abdest aldı ve namazını kıldıktan sonra samimi bir dille Allah’a şöyle dua ve niyazda bulundu:

“Ey Erhame’r-Rahimin olan Allah’ım! Ey saf ve dürüst kalpten gelen duaları kabul eden Allah’ım! Ellerimi Sana açıp Senden niyaz ediyorum, zor bir işin karşısındayım; şimdiye kadar sütümle beslediğim, ruhumla okşadığım, bedenimle koruduğum oğlumu, senin yardımınla evlendirmek istiyorum. Sen yine milletini seven, çocuklarına kol-kanat geren ananın oğluna münasip bir eş kısmet et, benim evime, benim sağlığımda ecnebi adet ve ananelerini salma.”

Karlı, fırtınalı bir kış günüydü. Feride hanım, namazını kılıp sobanın yanındaki minderin üzerinde oturup tesbihini çekerken o anda kapının arkasından bir ses geldi. Gelen insanın kim olduğunu beklerken küçük torunu Muhtar koşa koşa gelip iki eliyle kapıyı sertçe iteledi. Kapı açıldı. Arkadan birisi kovalıyormuş gibi Muhtar nenesinin kucağına bir an önce kendini atmak için acele ediyordu.

Nenesi de kollarını açıp Muhtar’ını kucaklamışken diğer taraftan mürebbiye öfkeyle gelip Muhtar’ı kollarından tutup yukarı kaldırdı ve apar topar diğer odaya götürdü.

Çünkü mürebbiye, terbiyesinin altında olan çocuğun kendi dilinden başka bir dil öğrenmesine, başka bir ahlak edinmesine izin veremezdi.

Burada mürebbiyeyi kınamıyoruz. Tabii herkes vazifesini yerine getirmek, çalışmak zorundadır.

Feride Hanım da çok düşündü, bir-iki defa başını o tarafa, bu tarafa sallayıp derinden bir ah çekti. Feride Hanım, kendi kendine diyordu:

-Tevbe, estağfirullah! Biz ne günah işledik de aileye böyle bir kız aldık. Oğlum aşık da olmamıştı ki onda günah bulayım. Bizi aldatan, onun mükemmel derecede Rusça bilmesiyle beraber Türkçeyi de çok güzel okumasıydı. Onun anasının kızını zerre kadar ev idaresi, çocuk terbiyesi hakkında eğitmediğini, kızlarına bir ilim vermekle yetinip gelecekte milletin anası olacağını ona öğretmediğini nereden bilebilirdim­.

Ben ister kendi kızlarıma, ister çevremdekilere olsun milli talim, terbiye deyip durduğum halde Allah bana milli terbiyeden asla haberi olmayan birisini kısmet etti. Yine de şükür keremine… Her şey yoluna girer, ancak kendi evladına kayıtsız, çaresiz kalmayı hiçbir vicdan sahibi kabul etmez. İki yaşında, ağzından hala süt kokusu gelen ciğerparemi bir ecnebi kadının insafına bırakıp da aramızda moda olan böyle çirkin bir işle iftihar edilmesi insaf mı­? Böyle biri benim gelinim değildir. Çoğunun evinde mürebbiyeleri var. Acaba bu işten iftihar eden hanımlarımız, çocuklarını terbiyeden aciz mi kaldılar ki, evlerinde ecnebi bulundurmakla, hem milletin direği olacak evladının tabiatlarını berbat ediyorlar, hem de bununla övünüyorlar.

Hele modaya kapılan bazıları, evlerinde mürebbiye bulundurmayı kendilerine meziyet sanıyorlar.

Heyhat! Ne büyük gaflet!

İşte nur topu gibi Muhtar’ımı, güzel sevimli torunumu nereden çıkıp geldiği malum olmayan ecnebinin eline verdiler. O şimdi, kendi milli adetlerini, Muhtar’ımın beynine öyle dolduracak ki, gelecekte bu yüzden çok büyük zararlar göreceğiz. Belki Türklükle temeli atılmış binamızı harap edecektir. Kahrolsun böyleleri… Benim sövmeye de hakkım yok… O, sen kendi adetinden çık da benim adetime gir demiyor ki, biz kendimiz, sen gel kendi adetlerini bizim ciğerpare evlatlarımıza öğret, hatta becerebilirsen kendi milli adetlerimizden nefret ettir, uzaklaştır diye yalvarıyoruz, hediyeler veriyoruz.

Geçen gün Gülsüm Hanımgil’e gitmiştim. Onlarda da bu matmazelden varmış, bilmiyordum. Ben onu önceden de görüyor, bu hanımın terzi olduğunu zannediyordum.

Bu yüzden onun kim, nasıl biri olduğunu daha merak etmedim. Gülsüm Hanımla, gelini Anahanım’la bir yerde oturmuş sohbet ediyorduk. Anahanım, sık sık bu hanımdan bahsetmesinden şüphelendim ama sormaya ihtiyaç duymadım.

Anahanım sıkıldığında dayanamayıp övünerek bu kadının mürebbiye olduğunu söyledi. Çocukları kısa zamanda dil öğretmekten memnun kaldığını da ilave etti. Ben yerimde donakaldım, geldiğime pişman oldum. İçimden, sen Anahanım, ömründe böyleleriyle oturmaktan, bunların ilmini öğrenmedin, şimdi de ne onların, ne kendi ilminden, şeriatından haberin olmadığı halde iki kelime bilmekle böyle ileri gittiğini mi düşünüyorsun. Kendi çocuklarına da terbiye vermeyi kendine ar sayıp da ecnebilerin eline emanet mi ediyorsun? Diye düşünürken Gülsüm hanımın da gözü bendeymiş, o da Anahanım’ın diğer odaya geçmesini fırsat bilerek;

-Bacı! Niye böyle daldın gittin? Beni etkileyen şey, seni de mi etkiledi? Allah’a and olsun bu ayağı kırılasıcanın ayağı bizim eve bastığı günden benim karnım doyuncaya dek bir yemek yüzü görmedi.

Dedim:

-Önceden kabul etmeseydin, engelleseydin.

-Ah, bacı ah! Benim sözüme kulak asan mı var? Oğlum da razı değildi. Oğlum bize mürebbiye lazım değil, diyordu. Altı-yedi yaşına kadar kendi dilimizi öğrendi yeter, sonra diğer ilimleri de gidip mektepte öğrenir.

Zamanemiz dağılsın, bacı! Şimdi özenti dünyasıdır bizlere soran kim? Geçenlerde düğünde bacılarına rast gelmiş onların hepsinin konuşmaları evlerinde tuttukları mürebbiyeler hakkındaymış.

İşte o zamandan beri evde huzur kalmadı. Biz de evimizde mürebbiye tutalım diye her gün kocasıyla kavga-gürültü, huzursuzluk başladı, sonunda arzusuna ulaştı.

Bir şey daha beni rahatsız ediyor. Tuttukları bir buçuk ay olmadı, aldıkları hediyelerin haddi hesabı yok. Geçen gün doğum günüymüş. Benim doğum günüm, izin verişeniz bir-iki dostumu yanıma davet edeceğim demiş. Bunlar da izin verdiler, gelin oğluma iki hamal yükü meyve falan aldırdı. Ayrıca yüz yirmi manat verip saat zinciri hediye aldılar.

Bacı, kurban olayım sana! Bunlar çekilebilecek dertler midir? Ne iyi ettin, sen geldin, yüreğim iyice dolmuştu. Derdimi sana söyledim, biraz ferahladım! Dedi.

Rızkı veren Allah’a sonsuz şükürler olsun! Bu dertlerle kavrulan bir ben değilmişim.

O gün hamamda eski dostlarımdan Hacı Hanım’ın gelinine rast geldim. Beni gördüğüne ne kadar sevindi. O da çok dertli, onun da yüreği doluymuş.

Yazık, üç çocuğunu yitirdikten sonra sonunda bu iki çocuğu kalmış üç çocuğunun ıstırabını çeken zavallı insan, muhabbetini son iki çocuğuna vermişken bu iki çocuğunun da sağ oldukları halde yüzlerini görmeye hasret kalmış. Onun da kocası, körpe çocuklarını mürebbiye eline emanet etmiş. Mürebbiye de çocukları, annelerinin yanına gitmelerine izin vermiyor, hasretten anne, yazık, hem gözyaşı dökerek:

“- Babasına yalvardım, çocuklar bir saat yanıma gelsinler, çocuklarımı doyuncaya kadar göreyim, ciğerim yanıyor, kalbim sızlıyor!” diyerek ağlıyordu.

O da:

-Boş konuşma! Çocuklar senin yanına gelip ne öğrenecekler, senden ne terbiye alacaklar? Diyerek biçarenin yüreğini sızlatmış.

Bunlar, hepsi özenti belasıdır. Bu özenti, bizim aramızda öyle yerleşmiştir ki, az çok bilgili hanımlarımız da her mecliste kendi çocuklarının Türkçe konuşamadıklarını hatta övünerek ecnebi dillerini güzelce konuştuklarını uzun uzadıya anlatıp duruyorlar.

Çok yazık ki, şimdiye kadar böyle gafil yaşadık. İster kız, ister oğlan çocuklarımıza vatanı, milleti sevdiremedik, gelecekte de neyle mutlu olacağımızı, yavrularımıza öğretemedik.

Bildiğiniz gibi, çocuklar birkaç yıl şefkatli kucakta kalır, bedeni büyür, fikri, zekası, hafızası da gelişir, minik kalbinde büyük hisler uyanır. Yavaş yavaş konuşmaya, gözleri görmeye, kulakları işitmeye başlar, tefekkürü gelişir. Ne duyarsa zihninde yerleşir, onu taklide başlar, ne görse ufacık beynine yerleştirir.

Bedeni büyüdüğü gibi hafızasına konulan şeyler de gelişir, kökleşir. İşte bu çağlarında gideceği yolları belletmek lazım ki, doğru yolda gitsinler ama biz o yolları temizlemedik, süpürmedik. Taşlı, kayalı, tozlu, dikenli yollara oğullarımızı saldık.

Onlar kendi kendilerine yol aradılar. Kendi yollarından yol seçemedikleri için ecnebilerin temizledikleri, süpürdükleri yollara kendilerini attılar. Zavallılar ne yapsınlar, bazıları babalarından göremediler, bazıları da küçük yaştan ecnebilerin eline düştüler. Orada o kaynaktan beslendiler.

Şimdi de biz onlarda milli dil, mili adet göremiyoruz ve onları suçluyoruz. Herkes ektiğini biçer. Öylelerini tanıyorum ki, kendisi Türk kızı Türk olduğu halde, mecliste Türkçe konuşmaktan çekiniyor, yarım yamalak ecnebi lisanıyla kendisini ecnebilere benzetmek istiyordu.

Geçti eski zamanlar, geçti!... Eski zamanlarda kadınlara saygı vardı. Muhabbet de vardı. Her bir nüfuzda erkeklerle bir eşit derecedeydik… Heyhat!... O zamanlar geçti… O camlar bardak oldu… Şimdi okumuşlarımız çoğaldı… Daha bizleri beğenmiyorlar. Yüzümüze bakmaya, sözümüze kulak asmaya bile tenezzül etmiyorlar.

Şimdi her kural değişti.. Milli adetlerin yerine ecnebi adetleri konuldu… Milli dil yerine ecnebi dili moda oldu.

Milli adetlerimiz unutuldu. Milli dilimiz terk edildi. Torunum, Paris’te eğitimini tamamladı ama bizi de yedi bitirdi… Ağırlığınca paralar harcattı. Ama bu paralarla neler kazandığını bilmiyoruz, artık biraz bilgi istesek; siz bir şey bilmiyorsunuz, ben Darülfünun’un bütün derslerini geçtim, diyor.

Geçen gün yanıma geldi:

-Nene, keyfin nasıl? Dedi.

-Allah cümlemizi korusun, yavrum! Dedim.

Yanımda oturmak için kendini döşeğin üstüne saldı. Sonra dimdik kalktı. Döşeğin üstünde oturamadı, sedirde rahat edemedi. Beni, babasını beğenmedi. Konuşmamızı beğenmedi. Hareketlerimizi beğenmedi. Gezişimizi beğenmedi. Bakışımızı beğenmedi. Beğenmedi… Hiçbir şeyimizi beğenmedi. Evin kurallarını bozmaya… Adetlerimizi değiştirmeye çalıştı.

İşte torunumun Paris’ten getirdiği fenler! Bundan tabii daha ne olabilir? İşte beş yıl içinde geceli, gündüzlü çalıştığı tahsilin meyvesi… Bundan daha fazla ne bekliyordunuz?

Bundan on beş yıl evvel feryadları, ağlamaları işiten olsaydı… kızlarına milli terbiye verseydiler, her ecnebi kadına çocuk terbiyesi için evlerinin en yüksek makamında yer vermeseydiler, meclislerde ecnebileşmekle övünmeseydiler, şu anda oğullarımızla, torunlarımızla gülünç ve maskara olmazdık. Evinde ecnebi tutmak hevesine kapılmasaydık, milli terbiye ile terbiyelenen güzel kızlar, şimdi evlerin köşesinde kırk-elli yaşında ihtiyarlar olarak kocasız kalmazdı.

         Nur topu gibi, gül damlası gibi oğullarımız ecnebi terbiyesi semeresi olan ecnebi memleketinden birer kızla dönmezlerdi.

         Bahtsız kadınlar, kimsesiz kadınlar, ilim ve irfan nuruyla ışıklanmaya hakkıyla layıkken şimdi köleler gibi hukuksuz, sahra çiçekleri gibi susuz, değersiz yaşayan şansız kadınlar…

         Milletimiz; senin sayende büyük büyük mevkiler tutma ihtimali varken, ne üzüntü verici ki, erkeklerimiz şimdiye kadar düşünmediler, kızlarına millet yetiştirmek sanatını öğretmediler, kızları için milli mektepler, bilgi evleri, kurslar açmadılar.

         Sonra da kızlarının en birinci vazifesi olan evlat terbiyesi vazifesini ecnebi kadınlar eline verip de “senden ne terbiye alacaklar” gibi hakaretvari sözlerle kadınlarımızı, kızlarımızı küçük düşürdüler.

         İşte bu nedenlerden dolayı pek çok hakkımızdan mahrum yaşıyoruz.

 

                                                                                                                                 

     Şefika Efendizade~ Kardeş kömeyi dergisi 1917

Derleyen: Hilal Niyazova  KTÜ Diş Hekimliği Fakültesi III sınıf Öğrencisi