AHISKALI HEMŞEHRİLERİME MEKTUP

 

Aziz Hemşerilerim,

                1977 yılından itibaren özel mektuplaşma ve 1990 yılından beri de bilimsel anlamda halkımı- zın derdiyle, ıstırabıyla hemhâl oldum. Kitaplar yazdım, makaleler yayımladım, dergi çıkardım, konferans verdim ve radyo televizyon konuşmaları yaptım. Bu çalışmalarım sayısız akademik çalışmaya kaynak teşkil eti. Bunların hepsi, Allah’ın lütfu keremiyle elde edilen aşk, şevk, zevk ve millet sevgisiyle gece gündüz demeden bilginin peşinde koşarak yaptığım araştırma ve incelemelerin sonucudur. Almanya ve Gürcistan kütüphane ve arşivlerinde çalıştım. Gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında Kazakistan’dan Ukrayna, Rusya, Azerbaycan ve ABD’ye kadar insanımızın ayağına bizzat giderek birinci elden malzeme topladım. Bu malzeme ışığında yazdım ve konuş- tum. Yeri geldi şair gönlümü konuşturarak şiirler yazdım. Bunların ilki Ben Ahıska’yım adlı şiirdir; 1992’de Türk Kültürü dergisinde çıkmıştır ve hâlâ toplantılarda hüzünle okunur. Ondan sonra nice şiir, nice yazı ve kitaplar geldi…

 

Sevgili Hemşehrilerim,

            Bu kadar çabanın yanında çok arzu etmeme rağmen size özel bir mektup yazamadım. Uzun yıllar sonra geldiğimiz noktada durup geriye bakarak ne kadar mesafe aldığımızı ve daha ne kadar yolumuzun kaldığını hesap etmek durumundayız. Ben naçizane bir evlâdınız olarak üzerime düşeni yaptığım kanaatindeyim ve vazifesini yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyim.

Bir yıldan beri kanser hastalığı ile mücadele etiğim hâlde bu vazifeye devam etmek azmindeyim. Bu azimledir ki elinizdeki dergi, yayına ara vermeden siz ulaşıyor. Hata bu hasta hâlimle son zamanlarda konferanslar da veriyorum. Bütün çabam, halkımızın 1828’de başlayan ayrılık acısının ve 15 Kasım 1944 sabahı başlayan ve bugün 73 yıla varan vatandan ayrılığın sona ermesi içindir.

 

               Biz bunca yıldır halisane niyetlerle bugünkü ve yarınki nesillere eser ve ideal bırakmaya çalı- şırken bir de bakıyoruz ki aramızda birtakım ayrık otları boy atmış! Bu zamana kadar gençliğini ve enerjisini nerelerde heba etiğini bilmediğimiz bazı şahıslar, halkımızın tarihî ve millî dâvasının tarlasında gecekondu yapıyorlar! İşte bu mektubu bu sebeple kaleme alıyorum.

 

             Bir zamanlar tarihî vatanlarında ve şen hanümanlarında şerefe yaşayan halkımız, talihin acı bir tecellisi sonucu vatanından ve evinden barkından koparılarak tarif edilmez felâketlere sürüklendi. SSCB zamanında sürgünden sonra birkaç ülkede birbirine tutunarak millî kimlik ve kültürüyle ayakta kalmayı başardı. Bu yönüyle Türkiye’de ve Türk dünyasında parmakla gösterilen örnek bir toplumdu.

 

        SSCB’nin dağılmasıyla yeni sam yelleri esti, bilhassa 1989-Fergana Faciası’yla Ahıska Türkleri, yeni sürgünlere, yeni gurbetlere dağılmak zorunda kaldı. Bu yüzden bir arada yaşama şansı da nispeten azaldı. Düşünün ki Rusya ve Ukrayna çöllerinde 500 hanelik bir köyde beş on hane Müslüman Türk aile yaşamaktadır. Bunların on veya yirmi sene sonrasını düşünebiliyor muyuz? Kısaca ifade etmek gerekirse, göz göre göre bir halk eriyip gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

 

          SSCB dağıldıktan sonra Yahudiler İsrail, Grekler Yunanistan ve Almanlar da Almanya tarafından kabul edildiler. 1944’te sürgün edilen Alman sayısı 1.300.000 civarındadır (Bkz. Dergimizin ŚŖ. Sayısında çıkan Gbrahim asanoğlu’nun makalesiǼ. Ahıska Türklerinin o zamanki nüfusu 160.000 civarındadır. O zaman milyonla ifade edilen Almanlar şimdi nereye giti? Bugün niçin bir Alman meselesi yok da bir avuç denilebilecek Ahıska Türkleri meselesi orta yerde duruyor? 27 yıldan beri ne vatana dönebiliyorlar ne de serbestçe Türkiye’ye gelebiliyorlar! İşte üzerinde düşünmemiz ve dövünmemiz gereken husus budur.

 

Çok Kıymetli Hemşehrilerim,

        İlk akla gelen problemler ve bunların kaynakları üzerinde de birkaç söz söylemeliyim. Bizim başından beri başaramadığımız husus, kısaca STK dedikleri sivil toplum kuruluşları alanındaki dağınıklığımızdır. Yani teşkilâtlanma… STK’lar, bütün medenî dünyada hatırı sayılır ve dinlenir kuruluşlardır. Takdir edersiniz ki halkımız bunun da acı tecrübelerini yaşadı. Bize göre bunun yegâne sebebi aramızda bilgi ve duygu birliğini sağlamamış olmamızdır. Bugün de böyledir. Bunun yegâne çaresi, ciddî eserler okuyarak halkımızın yaşadığı tarihî süreci iyi öğrenmektir.

 

    Bilgi, sokakta ve kahve köşesinde öğrenilmez. Günümüzde iletişim çok ileri gitmiştir. Kitap, dergi, radyo, televizyon, internet… Hepsi bir telefonla avucumuzun içindedir… Şüphesiz ki bunlar bilgi kirliliğini de beraberinde getirmektedir. Bu yüzdendir ki bizim kırk seneden beri zaman ve zahmet harcayarak yaptığımız çalışmaları görmezden gelerek, okumayarak ve düşünmeyerek on paralık menfaat karşılığında ona buna kul olup sağa sola salya akıtanları görüyoruz. Bu cahiller, sanki yapılacak iş yokmuş, her şey halledilmiş gibi birtakım saçma tezler ortaya atarak ftneye sebep olmaktadırlar.

 

Değerli Hemşehrilerim,

           Halen bir gazete köşesinde öteberi yazmaya çalışan ihtiyar bir yazar var. Bu adam, 1996 yılında ilk defa gitiğim Ahıska dönüşü kaleme alıp bir dergide neşretiğim yazılarımı köşesinde tahrif ederek kendi yazısıymış gibi yayımladı. Mahkemede tazminata mahkûm edildi. İşte bu şahıs cehalet mi yoksa bir proje eseri mi, neyse, bazı ftne tezler ortaya atı. Hiçbir kaynak ve belge göstermeden Ahıska Türklerinin Osmanlı fethinden sonra Orta Anadolu’dan götürülüp oralara yerleş- tirildiklerini defalarca yazdı. Hâlbuki bizim halkımız Azgur’dan Artvin, Ardanuç ve Yusufeli’ne, Ardahan’dan Kars ve Kağızman’a, Adigön’den Oltu ve Tortum’a kadar olan coğrafyanın tarihî yerlisidir. Aynı şahıs şimdi de “Ahıska Türkleri demeyelim, Ahıskalı Türkler diyelim.” diye tuturdu. Maalesef başarılı da oldu. Baksanıza çatı kuruluşumuz, bu ifade için tüzük değişikliği bile yaptı! Bunlar, halkımıza Türk isminin çok görüldüğü, mesket, misket denildiği günleri ya bilmiyorlar ya da çabuk unutmuşlar! Yarın da başka isim düşünebilirler!

 

           Emek vermeden, işin ehli olmadan hariçten gazel okuyanlar, ne tarihçi, ne edebiyatçı ve ne de dilcidir! Hangi hakla ve hangi mülâhazayla kafa karıştırıyorlar, düşünmemiz lâzım. “1944 sürgününü yaşayanlar Ahıskalı, daha önceleri Ahıska’dan muhaceretle Anadolu’ya gelenler Ahıskalı sayılmaz.” gibi alçakça bir tez ortaya atanlar da varmış! Üzerinde durmaya değmez.

       

           Bir de sürgün tarihi tartışmaları var. Seviyesizlikle yüz göz olmamak için ses çıkarmadım. Fakat sürgünü gerçekleştiren mel’un Beriya’nın belgeleri ortadayken, o zamanlar okuma yazması ve yaşı müsait olan büyüklerimiz 15 Kasım derken biz ne demeliyiz? Yok, illa 14 Kasım diye koro hâlinde bağırdılar. Bazıları da “Ha 14 ha 15, ne fark eder!” diye kolaya yatılar.

 Biz kimseye bir şeyi kabul etirme gayretinde olmadık, olmayacağız da. Bizim yolumuz ilimdir. İlmin ışığında araştıracağız, düşüneceğiz ve yazıp konuşacağız. Fakat unutmayalım ki, dışarıdan bakanlar, “Bunlar nelerle uğraşıyor!” diye bizi ayıplayacaklardır.

 

Sevgili Hemşehrilerim,

Şimdilik mektubuma son verirken, sadece kendimizin değil, dost, akraba, kavim kardaş bü- tün hemşehrilerimizin arzu etikleri yerde, lâyık oldukları mutlulukla yaşamalarını arzu ediyor, o günü görmeden gözlerimin kapanmamasını diliyorum.

Kardaşınız

Yunus Zeyrek